MİSAFİRİMİZ VAR: İREM ER İLE AŞKIN VE VARLIĞIN KEŞFİNİN EDEBİYATI PART II

Önemli Not: “Misafirimiz Var!” serimizde yer alan İrem Er’i tanımak ve ilk yazısını okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

Tarihi alt metnin hakim olduğu dokusunu; işlediği her yazınsal türde okurunun iliklerine kadar hissettiren Fransız edebiyatının ilk dönemlerinin sunduğu eserleri geçen ay yayınlanan yazımızda ele almıştık. Ancak tüm bu edebi zeminin Fransız yazın kültürüne kattığı değerin yanı sıra, 18. yüzyıl ile birlikte birtakım radikal değişiklikleri de beraberinde getirdiğini görmekteyiz. İşte yazımızın bu bölümünde ise, bir okur olarak bizi ilgilendiren bu köklü ve yadsınamayacak yenilikleri peşi sıra getiren sebeplerin öncülü olan edebi süreçleri inceleyeceğiz.

Fransız edebiyatı için artık içselleştirilmesi ve ardından kaleme dökülmesi açısından çok daha yeni ve farklı dönemlerin hazırlayıcısı bir sürece girilmişti. Bu dönem, Aydınlanma Çağı olarak da bilinen bir tarihsel döneme ev sahipliği yapmakla birlikte; o eski dönemlerin aksine köşeleri olmayan, daha esnek ve özgürlük yanlısı denilebilecek bir düşünsel dönemin ta kendisidir. Nitekim klasik dönemde değindiğimiz katı durumlar göz önünde bulundurulduğunda; içine girilen bu aydınlanma çağının sanatın her alanında neden bu denli bağımsızlık yanlısı olduğunu da anlayabiliriz. İlkin, düşünsel düzlemde yani felsefi anlamda kendini gösteren bu çağın dönütleri; çok zaman geçmeden edebi düzleme de tesir etmiştir.

Hiç şüphesiz bu çağın oluşumunda büyük etkisi olan Rönesans ve Reform hareketleri, o dönemlerde yaşayan aydınların da içerisinde bulundukları toplumsal, siyasal ve sanatsal durumları sorgulamalarına aracı olmuştur. Aydınlanmaya ev sahipliği yapan bu dönemi; modern felsefenin babası olarak görülen ve Latincesi “Cogito ergo sum” olan; “Düşünüyorum, öyleyse varım” ilkesinin sahibi René Descartes ile karşılarız. Bu ilkenin alt metninden de anlaşıldığı üzere; çağa asıl ev sahipliği yapan konu aslında aklın üstünlüğüdür. Öyle ki, Descartes’ın hemen ardından aklın hakim olduğu rasyonalist düşüncenin sunduğu varlığın; yani özgürlüğün keşfine yönelik çalışmalar da hız kazanmıştır. Bir diğer önemli isim olan Voltaire; kilisenin tabu niteliğindeki düşüncelerine karşın, dönemin ifade özgürlüğüne en çok hizmet eden isimlerindendir. Ardından gelen bir diğer değer ve önemli isim ise elbette Jean Jacques Rousseau’dan başkası değildir. Rousseau bu felsefi zeminli dönemin öylesine değerli bir ismidir ki; siyasi fikirleriyle Fransız Devrimi’ni etkilemekle kalmamış, toplumsal reformu amaçlayan fikirleriyle de eğitim sisteminde oldukça etkili süreçlere imzasını atmıştır. Toplum Sözleşmesi adlı eserinde ulus-devlet anlayışı tabanında, halkın ortak çıkarları için oluşturulmuş bir sözleşmenin tanımını yapan Rousseau, aynı zamanda “demokrasi, aristokrasi ve monarşi” kavramlarını da toplumsal açıdan felsefi bir zeminde kaleme almıştır. Mevcut olan bu dönemin en önemli yazarlarından bir diğeri ise Diderot’dur. Toplumda sorun teşkil eden durumlar konusunda eğitim vermesi ve topumla ilgili diğer tüm alanlarda bir dizi gelişim göstermesi için oluşturulan Encyclopédie (Ansiklopedi)’nin baş editörlüğünü yapan Diderot’nun romanlarını yapı ve muhteva özellikleri yanı sıra, felsefi özellikleri de göz önünde bulundurarak kaleme aldığı görülür. Rameau’nun Yeğeni adlı romanında bu duruma ek olarak, hümanist düşüncelerinin de etkileri dikkat çekmekte olan Diderot, aynı zamanda bu tavrıyla romantizmin müjdeleyicisi konumundadır.

Romantizm akımı da her yeni akımın naçizane bir karşı çıkışla ortaya çıkmasına istinaden, klasisizmin rasyonellik uğruna ortaya koyduğu katı kuralların oluşturduğu düzene karşı ortaya çıkmıştır. Önceki akımların aksine; daha hümanist ve bireysel, eserin yazarının kişiliğini de önemseyerek inceleyen bir akım olan romantizm; adından da anlaşılacağı üzere duygu ve hayal dünyasını barındıran konulara da eserlerde gündem oluşturacak şekilde yer vermeye başlamıştır.  İstanbul doğumlu olan şair André Chénier ve Alphonse de Lamartine’nin şiirleriyle, romantizmin şiir tarafı kalemlernin sesini çoktan duyurmaya başlamıştır bile… Ardından Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu adlı eserleriyle tüm dünyada tanınmanın yanı sıra romantik dönemin en büyük yazarı kabul edilen Victor Hugo bizleri karşılar. Duygu durumları üzerinden toplum içerisindeki eşitsizlikleri de düzenleme çabasında olan yazarın sahip olduğu değer de, bu çabasını edebiyat aracılığıyla yapmaya çalışmasından ileri gelmektedir. Balzac ise kaleme aldığı eserlerinin niceliksel olduğu kadar, niteliksel olarak da döneminin diğer yazarlarına oranla üstün olması sebebiyle bir diğer önemli isimdir. Özellikle uzunca yıllar üzerinde çalıştığı İnsanlık Komedyası adlı çalışmasıyla ortaya koyduğu sayısı yaklaşık yüz kadar olan roman ve hikayelerinde detayları son derece önemseyen Balzac; önemli olduğunu düşündüğü detayların üzerinde sayfalarca durarak; Fransız toplumundaki kurumların olduğu kadar insanların da maddiyata olan düşkünlüklerine dikkat çekmiştir.  Bu dönemin son demlerinde yad edeceğimiz isim ise eserleri arasından en çok Kırmızı ve Siyah ile tanıdığımız Stendhal’dır.

Romantizmin son zamanlarındaki yazarların eserlerinde kendini hissettirmeye başlayan realizmin, 1800’lü yılların ortalarında Fransız edebiyatındaki yerini iyiden iyiye belirginleştirdiğini söyleyebiliriz. Sanatta olduğu kadar edebiyatta da, insanın daha nesnel ve direkt olarak işlenmesi gerektiğini savunarak romantizme karşıt bir tepki niteliğinde ortaya çıkan realizmde, bizi ilk olarak 19. yüzyıl insanının geldiği durumu tüm çıplaklığıyla ve çarpıcı detaylarıyla kaleme alan Gustave Flaubert’in Madame Bovary adlı romanı karşılar. Realizmin başlangıcı kabul edilen bu eserine yönelik müstehcenlik, sapkınlık ve benzeri suçlamalarla yargılanan yazarın ardından karşımıza çıkan bir diğer önemli realist yazar da, olay hikayeciliğinin kurucularından biri olarak kabul edilen Guy de Maupassant’dır. Fakat realist metinlerde giderek tarihi arka plan bilgisi ve insanın yaptığı tüm eylemlerin dile getirilmesi gerekliliği konusu gündeme geldikçe bir yeni tür olan, daha doğrusu realizmin aşırı bir biçimi diyebileceğimiz natüralizm ortaya çıkmaya başlar. Fransız edebiyatı için natüralizm denilince ise akla gelen ilk isim elbette Emile Zola ve insan eylemlerini tüm çıplaklığıyla, hatta gerektiğinde can sıkıcı yönleriyle bile ele aldığı Germinal, Nana ve Meyhane adlı eserleridir.

Sembolizm akımı ise 1800’lü yılların sonlarında, daha çok şiir türünde kendini göstererek ortaya çıkan bir akımdır. Kötülük Çiçekleri adlı şiirlerinden oluşan kitabıyla Baudelaire dönemin en önde gelen ismidir. Esrik Gemi adlı şiiriyle bilinen Arthur Rimbaud ise, bu dönem içerisinde aykırı yönüyle tanınıyor olsa da edebiyata katkıları yadsınamaz boyuttadır. 1872 yılında eşinden ayrılarak, Rimbaud ile eşcinsel ilişki yaşamaya başlayan Paul Verlaine ise bir süre parnasizm temalı şiirler yazmış olsa da, sembolizle tanıştıktan sonra bu akım etkisinde yazmayı sürdürür.

En nihayetinde 1900’lü yıllar gelmiş ve Fransız edebiyatını yeniden yazmaya çoktan başlamıştı bile. Bu dönemin başında çok bilinmeyen, fakat düşünsel ve harekete geçirmesi açısından öneme sahip olan dadaizm akımından da bahsetmek gereklidir. Nitekim dadaizm; I. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış, savaş olgusunun sanatın her alanında oluşturduğu dominant karakterin sanatçılara vurduğu ketlere karşı bir duruşu amaçlamıştır. Fransa’da çarpıcı şekilde oluşum gösteren bu akımın başlıca temsilcileri Jean Arp, Tristan Tzara ve Alman şair Emmy Hennings’tir. Naçizane fikrimi söylemem gerekirse; dadaizmden bağımsız olarak geçiş yapılan bu yeni dönem Fransız edebiyatı için; Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde adlı yedi ciltlik eseriyle zaman ve ölüm temalarına değinişi ve bu konularda psikoloji bilimine kattıkları açısından çok önemli bir yazardır. Unutulmaması gereken bir diğer isim ise; eserlerini Vernon Sullivan takma adıyla kaleme alan, en çok bilinen eserleri Mezarlarınıza Tüküreceğim ve Günlerin Köpüğü olan Boris Vian’dır. damga vuran isimlerdendir. Ardından bir diğer çok önemli isim olan, Nobel ödüllü yazar Andre Gide ise; genel olarak hayatın işleyişini sorguladığı Yeryüzü Nimetleri ve Pastoral Senfoni adlı eserleriyle tanınmaktadır.

1900’lü yılların ortalarına doğru görülmeye başlayan sürrealizm yani gerçeküstücülük hareketleri, Parisli ressam ve yazarlardan oluşan bir grup tarafından ortaya çıkar. Onlar artık sanatta ifade edilen şeyin, gerçeğin üstünde bir şey olduğunu ve bunu düşlerinde kurguladıkları imgeler şeklinde aksettirmelerinin gerekliliğini vurgularlar. Öyle ki bu dönemi başlatan isimlerden olan Guillaume Apollinaire; şiirlerinde kaligramı kullanarak ilk gerçeküstü dokunuşları yapmıştır. Sürrealizmin diğer önde gelen şairleri ise; Andre Breton, Rene Char ve Louis Aragon olarak sıralanmaktadır.

  1. Dünya Savaşı’nın ardından; Fransız edebiyatı, egzistansiyalizm yani varoluşçuluk adlı akımı da külliyatına dahil eder. Bireyin tekil olarak varlığını, sorumluluklarını ve özgürlük anlayışını sorgulayan bu akım; felsefi düşünceye de yeni bir şekil ve yöntem kazandırmıştır. Bu akım akıllara ilk olarak, almaya hak kazandığı Nobel ödülünü kabul etmeyen Jean Paul Sartre’ı getirmektedir. Varoluşçuluk başlığı altında marksizme dair de siyasi anlamda şekillendirmelerde bulunmuş olan Sartre’ın en çok bilinen eserleri arasında Bulantı gelir. Varlık ve Hiçlik adlı kitabında ise; varlık kavramının gerçekte ne olduğunu, özüne indirgeyerek felsefi bir metin şeklinde işlemiştir. Gizli Oturum ve Sinekler adlı oyunlarında ise; varoluş kavramını tam anlamıyla, belirlediği farklı niteliklere sahip karakterler üzerinden ele almaktadır. Bu dönem; Simone de Beauvoir’ın bir kadın olarak, son derece kendinden emin cümlelerle, feminizmi bir teori olarak ele aldığı kitabı İkinci Cins’e de ev sahipliği yapar. Beauvoir’ın hemen ardından gelen isim ise, Nobel ödülü sahibi ve ünü tüm günümüz edebi dünyasına yayılmış bir diğer yazar olan Albert Camus’dür. Varoluş akımına ek olarak, absürdizm akımının da önde gelen temsilcilerinden biri olmasına karşın o, kendisine yönelen bu tanımlamaları kabul etmez. Dünya’da Nobel ödülünü en genç yaşta kazanan ikinci yazar olan Camus’nün tam anlamıyla anlaşılabilmesi için Yabancı, Düşüş, Veba, Sisifos Söyleni, Başkaldıran İnsan, Tersi ve Yüzü ve Sıkıyönetim adlı eserlerinin titizlikle okunması gerekmektedir.

1950’li yılların Fransız edebiyatına kazandırdığı ivmeye en fazla katkıda bulunan türlerin başında tiyatro geliyordu. Özellikle Jean Genet’nin Hizmetçiler; Samuel Beckett’in Godot’u Beklerken ve Eugene Ionesco’nun Gergedanlar adlı oyunlarıyla birlikte hız kazanan absürd tiyatro alanındaki eserler, Fransız tiyatrosuna düşünsel ve görsel anlamda büyük yenilikler sundu. 1900’lü yılların sonlarına gelirken yaşanan en belirgin değişiklik ise; başlıca temsilcileri Alain Robbe Grillet, Nathalie Sarraute ve Claude Simon olan “yeni roman” akımının ortaya çıkışı oldu. Bu akımın yapmak istediği şey; şimdiye kadar ortaya çıkan akımların yapmadığı bir şey olan, insanın dışındaki dünyaya bir açılım gerçekleştirme çabasıdır. Yeni roman yazarları genel olarak kullanılan hakim bakış açısını tamamıyla terk ederek; yeni yazı biçimleri, metinde alışılmış zaman, mekan, olay üçlemesi arasındaki birliği de bozarak, farklı tekniklerle yazınsal gelişim sağlamak yolunu seçerler.

Her edebi dönemi büyük bir ustalık örneği şeklinde içselleştirerek, yazıya dökme becerisine sahip olan Fransız edebiyatı; tüm bu özellikleri aracılığıyla dünya edebiyatları arasındaki seçkin yerini korumaya devam edecektir. Son olarak bu bağlamda dilbilim, felsefe, sosyoloji gibi birçok alana olumlu etkileri inkar edilemeyecek olan Fransız edebiyat tarihi; her şeyden öte hayatı, doğayı ve insanı anlamak adına sık sık kurcalanmalı ve başucundan eksik edilmemelidir.

 

Görsel Kaynaklar

What books am I reading in 2019?

https://www.sciencephoto.com/media/224626/view/rene-descartes-french-mathematician

http://kontesindunyasi.blogspot.com/2014/01/victor-hugo.html

https://www.britannica.com/biography/Emile-Zola

https://weartsbox.com/magazine/230

https://www.moma.org/collection/works/44096

 

 

Leave a Reply