80’li Yıllara Fantastik Bir Dönüş: “Stranger Things”

Dizinin posterini ilk gördüğümde diziye önyargıyla yaklaştım. Fakat sonra, “beş küçük çocuğun başrollerini paylaştığı bir dizi, yirmili yaşlarında olan biz gençlere ne katabilir ki,” düşüncemi bir kenara bırakıp aldığım tavsiyeler üzerine “Stranger Things”e başlamaya karar verdim. Korku, drama, fantastik gibi türleri içeren, Temmuz 2016 tarihinde Netflix tarafından tüm bölümleri yayınlanan ve IMDB puanının bugün bile 8.9’un altına düşmediği “Stranger Things”in yapımcılığını Matt ve Ross Duffer üstleniyor.

Dizi 1980’li yıllarda, ABD’nin Indiana Eyaletinin Hawkins isimli küçük bir kasabasında geçiyor. Bu kasaba ailelerin hayatlarını sorunsuzca sürdürdüğü, herkesin birbirini tanıdığı ve işlerin rutininde yürüdüğü, huzurlu ve küçük bir yer. Ancak bu huzurlu ortamın dizinin daha ilk sahnesinde bozulduğuna tanık oluyoruz. İlk sahnede  elektrik santralindeki bir bilim insanını kaçarken görüyoruz. Suratındaki dehşet ifadesi ve karanlık bizi de ürkütüyor, peşinde bir “şey” olduğunu anlıyoruz. Bilim insanı tam asansöre bindiği sırada asansörün üstünden gelen bu “şey,” kendisini yukarı çekiyor ve jenerik müziği devreye giriyor. Huzur böyle bozuluyor ve dizi başlıyor.

Sonraki sahnede dört küçük çocuğu, masanın etrafında oturmuş heyecanlı bir şekilde oyun oynarken görüyoruz. Aynı gece dört çocuktan biri olan Will, kayboluyor ve dizinin senaryosu Will’in ailesinin, geriye kalan üç arkadaşının ve kasaba şerifinin onu ararken karşılaştığı fantastik olaylar ve kurulan ilişkiler çerçevesinde gelişiyor.

Will’i arama-kurtarma çalışmaları devam ederken devlet kontrolündeki elektrik santralinde bir çocuk üzerinde deneyler yapıldığına ve bu çocuğun (dizideki adıyla Eleven) deneyler sırasında kaçıp Will’in arkadaşlarıyla tanışmasına tanık oluyoruz. Eleven, bu deneylerden ötürü bir takım güçlere de sahip. Eleven dizi boyunca saçları kazılı haliyle erkek çocuğu izlenimi verse de, o aslında güzel mi güzel bir kız çocuğu! Eleven’ın oyunculuğuna hayran kaldığımı şimdiden söyleyebilirim. Henüz küçük yaşına rağmen inanılmaz bir performans sergileyen gerçek adıyla Millie Bobby Brown, bana Leon’daki Natalie Portman’ın küçüklüğünü çağrıştırıyor…

Dizinin türü korku olarak belirtilse de, çok fazla korkmayacağınızın garantisini verebilirim. Dizi daha çok fantastik ögeler üzerinde yoğunlaşıyor. Aynı zamanda dizinin ilk sezonunun yalnızca sekiz bölümden oluşması da sınırlı zamanda dizi izlemek isteyenler ya da hafta sonuna keyif katmak isteyenler için birebir! Konusu 80’li yıllarda geçen dizi, sadece o yılların atmosferini bize sunmakla kalmıyor; çekim teknikleri, ses efektleri ve müzikleriyle o dönemin filmlerini de çağrıştırıyor. Ayrıca her bölüm, izleyiciyi tatmin ediyor ve olay örgüsünü tüm detaylarıyla sindire sindire anlatıyor.

“Bu diziyi neden izleyeyim?” diye soracak olursanız farklı yaş ve meslek gruplarına mensup olan kasaba sakinlerinin hayatlarından farklı kesitlerin izleyiciye yansıtılmasının sizi çok etkileyeceğini söyleyebilirim. Benim için; özellikle dört küçük çocuğun kaybolan arkadaşlarını ararlarkenki azmi, kararlılığı ve korkusuzluğu arkadaşlığın önemini vurguladı ve içimi ısıttı. Ayrıca çocukların yaşadıkları sorunlara karşı ürettiği çözümler ve bu çözümlere ulaşırken ortaya koydukları yaratıcılık bana kimi zaman “vay be, ben düşünemezdim,” dedirtti ve o “çocuksu” bakış açısına tanık olmamı sağladı. Bu sayede siz de  kimi zaman çocukluğunuza, kimi zaman da yan karakterler aracılığıyla lisede yaşadığınız unutulmaz anlara dönecek; gençlik ve çocukluk çağlarınızı tekrar hatırlayacaksınız. Aynı zamanda kaybolan çocuğunu bulmak için yaşama umutla sarılan çaresiz bir annenin yaşadıklarına tanık olurken de, bir ebeveynin gözüyle de izleyeceksiniz diziyi. Dolayısıyla, dizinin her yaş grubundan izleyiciye uygun olması, diziye başlamak konusunda tereddütleri olanlara benden küçük bir not olsun…

Dizinin Ekim 2017’de yayınlanacak ikinci sezonunu heyecanla bekliyorum!

Dizinin tanıtım videosunu buradan izleyebilirsiniz:

Leave a Reply