İnsanlığımızı kaybetmeye kaç kala kendimizden geçeriz? Ya da “insanlık” kavramına atfettiklerimiz ne kadar doğrudur, önce bu gözden geçirilmeli belki de. Metropollerin kalabalık dört duvarları arasında ne kadar mümkün, sürekli bahsini geçirdiğimiz o “insani değerlere” tutunabilmek? En derin acılarımızın bile bir deney malzemesi haline getirilebildiği yaşamlarımızda, güçlü olan hayatta kalır ilkesi temeldir aslında. Güçlü olmak, vicdan yoksunu olmaya eşit hale gelmiştir bir noktada. Modern yaşantının, iş ve itibar kaygısının getirdiği bu çeşit bir kişilik yozlaşması ve bu yozlaşmanın ne denli normal görüldüğü, dıştan bakan bir göz için son derece ürkütücü olsa da gündeliğin monotonluğunda hepimizin tecrübe ettiği ve çoğu zaman da rahatsızlık duymadığı bir durum. Kendimizi ne kadar iyi tanıdığımızı düşünürsek düşünelim, içimizdeki ilkel dürtüler modern hayatın katılığıyla yoğrulmuş haliyle karşımıza dikildiklerinde, asla dönüşmeyeceğimizi düşündüğümüz bir canavara dönüşüveririz. Jordi Garcelan tarafından kaleme alınmış olan Grönholm Metodu da bir çeşit modern hayat vahşiliğinin nüanslı bir analizi.
Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sergilenen Grönholm Metodu, uluslararası bir şirketin satış departmanı bölümüne başvuru yapan ve görüşme içim çağrılan dört kişiyi konu alıyor. Kara mizahı anlatı biçimi olarak alan oyun, bir bakıma da sıkışmışlığı anlatısının temeline alıyor. Bir plazanın toplantı salonu mekan olarak alınıyor ve iş başvurusuna gelen dört adaya koyulan en büyük şart bu salonu terk etmemeleri. Dolayısıyla izleyiciler olarak bizler de tek bir mekan içerisinde kalıyoruz. Oyunun tek perde olması, sıkışmışlık hissinin sürekliliğini sağlıyor. İzlediğimiz dört tipleme aslında gündelikte karşılaştığımız insanlardan çok da farklı değil, dolayısıyla . En kötü taraflarımız, en acımasız taraflarımız dört farklı tiplemeyle sunuluyor.
Nedir Grönholm Metodu? Gerçeklik payı ürkütücü derecede doğru olan bu ve buna benzer metodlar, birçok büyük firmanın iş alım stratejisi haline gelmiş. Ne kadar uzaklaşabiliyorsak vicdani dürtülerimizden, ne kadar azalıyorsa zaten daralan duvarlar arasında zar zor tutunan empatimiz, o kadar iyi çalışanlar oluyoruz. Ne kadarımızı kaybetmeye hazırız peki? Başkalarını yok ederek kendi varoluşumuzu maddiyat üzerinden tanımlamak, o çok abartılan insan doğasının esası mı yoksa?
Erilin, iş hayatında kendi gibi olmayan kim varsa, ona karşı ne kadar acımasız olabileceğini Fernando (Cüneyt Mete) karakteriyle görüyoruz. Her koşulda egemen olma dürtüsü, olamayacağını hissettiğindeyse karşı tarafa saldırarak kendini üstün kılması, hele ki karşısındaki feminen bir figürse çok daha kolay hale geliyor. Kadın olmanın, cinsel yönelimin çok “modern” olduğunu düşündüğümüz şu günlerde ne kadar büyük ayrımcılık aracı olabildiğini görüyoruz. Kişisel yaşantının, profesyonel yaşantıyla hiçbir koşulda karışmaması gerekiyor; kadının rekabette yer edinebilmesi için erkekleşmesi gerekiyor, insanlığa atfetmeye çalıştığımız ne kadar vicdani öğe varsa önemini yitiriyor, gittikçe körleşiyor insan doğası, vicdana.
Kazanmak ne kadar önemli olabilir ki? Basit bir statü artışı veyahut maaş artışı için bile kazanmak çokça önemli gibi görünüyor. Bu bakıma, Grönholm Metodu bir çeşit distopya değil, günümüzün ve yakın geleceğimizin geniş tasarlanmış bir tablosu. İzlerken yargıladığımız ve “asla yapmazdım” dediğimiz şeylerin ne kadar çoğunu yapıyoruz, yargıladığımız canavarlara dönüşüyoruz aslında hepimiz. Grönholm Metodu senin olduğu kadar benim de temsilim aslında. Hırs bürümüşken gözlerimizi, daha iyi değiliz sahnede izlediğimiz dört kişiden, olmamamız için çarkları dönerken plaza ışıklarıyla dolu yaşantımızın, suyun akış yönünü değiştirmeye çalışmaktansa akıntıyla sürüklenip gidiyoruz çoğumuz.