İçinde bulunduğumuz global pandemi hala bitmiş değil, dolayısıyla hiçbirimiz evlerimizden ayrılmıyoruz. Dersleri bir kenara bırakırsak, çoğumuz evlerimizde geçirdiğimiz zamanı dizilerle doldurmayı tercih ediyoruz. Bu yazımda size son zamanlarda izlediğim en dahiyane diziden bahsetmek istiyorum; Fleabag.

Aslında uzun bir dizi değil Fleabag, yirmişer dakikalık on iki bölümden oluşuyor, ancak bu kısacık sürede size hissettirecekleri upuzun sezonlu dizilere taş çıkarır. Spoiler vermeden özetlemek gerekirse kimseye bağlı olmadan yaşayan, dolayısıyla aslında içten içe oldukça yalnız olan genç bir kadının en yakın arkadaşını kaybettikten sonra Londra’da nasıl yaşamaya çalıştığını izliyoruz. Diziyle ilgili en ilginç ayrıntılardan birisi ana karakterin adının olmaması. Dizinin adı olan ve “adi, pislik” anlamına gelen “Fleabag” kelimesi ile özdeşleşmiş bu karakter. Bakınca gerçekten de öyle; güzel ve başarılı ablasıyla geçinemeyen, üvey annesi ve babasıyla sürekli tartışan, hayatındaki boşluğu doldurmak için yolunun kesiştiği her erkekle flört eden bir tip Flea. “Eh, ben bu kadının hikayesini neden izlemek isteyeyim?” diyebilirsiniz, tam bu noktada dizinin başrol oyuncusu, yapımcısı ve yazarı Phoebe Waller-Bridge’in inanılmaz yazarlık yeteneği karşımıza çıkıyor.

Flea, dördüncü duvarı sürekli yıkan bir karakter. Bu ne demek diyecek olursanız, biz seyircilerle arasındaki duvarı sürekli yıkıyor demek. Durup durup kameraya attığı kaçamak bakışlar, konuştuğu kişiye katılmadığı zaman kameraya dönüp yaptığı mimikler, kameraya bakarak sadece seyircilerin duyabileceği şakalar yapması… Tüm bunlar ve Waller-Bridge’in eşsiz yazarlığı Flea ile bir bağ kurup ona sempati duymamıza sebep oluyor. Bu her şeyi boşvermiş, her aldığı kararla hayatı daha çok dibe giden Londralı kadında siz de kendinizden bir parça bulacaksınız.

Dizi, seyirciyle Flea’nın ilişkisine büyük önem veriyor. İlk sezonun sonunda, Flea’nın geçmişindeki büyük sırrı ortaya çıkınca Flea kaçmak istiyor, ancak kamera ve dolayısı ile seyirci onun yolunu kesiyor. Flea utanmış, çaresiz, ne yapacağını bilmiyor ama seyirciden de kaçamıyor. Seyircilerin yargılayan bakışlarından uzaklaşmak istercesine kamera dışında bir yerlere, sağına soluna bakmaya çalışıyor. Londra sokaklarında sabaha kadar ağladıktan sonra iflasın eşiğindeki kafesine gidiyor, karşısındaki adamla herkesin hata yapabileceği üzerine bir sohbet gerçekleştiriyor. Bunu o adamdan çok biz seyircilere söylüyor aslında; herkes hata yapabilir, Flea da yaptı. Seyirci olarak onu affedecek misiniz?

Flea, dizilerde alıştığınız tam kötü veya tam iyi karakterlerden birisi değil. Oldukça kusurlu bir karakter, her hatasından da ders aldığı söylenemez ancak onu bu kadar gerçek yapan da bu. Bizler her hatamızı ilk seferinde mi anlıyoruz, ya da yanlış olduğunu bildiğimiz her davranıştan kaçınıyor muyuz? Sahi, biz Flea’yı yargılayabilecek kadar iyi insanlar mıyız yoksa Flea bize aslında hiçbirimizin düşündüğü kadar iyi insanlar olmadığını mı gösteriyor? Yeri gelmişken, iyi insan ne demek ki?

Bu soruların hiçbirinin kesin yanıtı yok, ancak kendi yanıtlarınızı diziyi izledikten sonra verebilirsiniz. Dinden aileye, kardeşlik ilişkisinden ikili ilişkilere birçok konuya değinen bu diziye bir şans verin.

Leave a Reply