Hangisinden Yemiş[1]?
Gündemin çok hızlı değiştiğinin farkındasınızdır ve fakat böylelikle gündem üzerine yazı yazmanın zorluklarının da, hele ki bu yazı “biraz” da olsa ortaya ufak bir çabayla çıkarılmak isteniyorsa. Bu ilk cümleyi geç kalmışlığın özrü olarak okuyabilirsiniz, öyledir de zaten; çünkü bu yazının konusu Diyarbakır’da yaşananlar üzerine… Geç kaldık, biliyorum ama bu faslın epeyce geniş tabanlı bir söylem analizi uğraşısıyla geçtiğini de haber vermeden geçemeyeceğim. Ben geçemesem de siz geçiniz ama efen’im…
Diyarbakır’da ne oldu, diye sorarsanız bana, sizi men ederim; “first comes first” çünkü bu soruyu ilk ben size sormuş bulunuyorum: evet, gerçekten ne oldu? Bunu tarih mutlaka yargılayacaktır.
Bu yazı ile ortaya koymak istediğim nokta Diyarbakır’dan yapılan ve ağır polemik konusu olan söylemlerin üzerinden elimden geldiğince birer birer geçerek, aslen hangi manada kullanıldığını, daha doğru bir ifadeyle, hangi manada kullanılmak istendiğini tespit edebilmek. Bu bakımdan kimsenin “tarafında” olmadığımı söyleyebilirim açıklıkla (ama objektifim, zırvalığı değildir bu) ve bu yazıyı, yazabilirdim ama yazının söylenmeyenleri söylemesi gerektiği taraftarıyım, sadece analiz ve kritik yaparak halihazırda aklımızda vâr olan soru işaretlerini çoğaltmak amacıyla yazmaktayım.
16 Kasım’da Diyarbakır’da yapılan konuşmanın ilk kelimeleri, ve genel olarak teması da, birlk-kardeşlik üzerineydi, denebilir. Fakat tam da bu noktada konuşma es geçilemeyecek kadar önemli detaylar da içermekteydi. Mesela af meselesinden Kürdistan söylemine, ilk Meclis’ten Ahmet Kaya’ya kadar geniş bir açıdan bahsedilmişti ve bu konular da gündemin erkekli-kızlı ve hemen ardından dershane muhabbetinden sonra –sıcağı geçmiş olsa da- yerini almakta gecikmemişti. Bu bakımdan, yazıyı başlıklara ayırarak mümkün olduğu kadar okunabilir hale getirecek ve adım adım ilerleyeceğim.
Neden Erbil Değil de Diyarbakır?
Evvela bu konuşmanın yapılmasında Diyarbakır’ın neden seçilmiş olduğu üzerine yorumlarımızı gezdirelim bakalım: Diyarbakır hem tarihi açıdan hem de bölgede yaşayan miletler, halklar ve sosyolojik gruplar açısından her daim önem atfedilmiş bir şehir. Bu “şehir”liliği ile de “medeniyyet” kurgusunu kaldırabilecek kuvvette. Yani dememiz odur ki Diyarbakır hem Türklerin hem de Kürtlerin[2] uzun yıllardır “kardeş” olarak yaşadığı, hem tarihsel hem de coğrafî bir bütünlük merkezi. Bu bakımdan Diyarbakır’ın Tayyip Erdoğan’larca seçilmesinde herhangi bir beis bulunamaz, bilakis bu seçim kasıtlı ve bölgeye mesaj vermek amacıyla yapılmış; aldık, kabul ettik.
Değinilmesi gereken diğer bir önemli husus ise neden burada Ankara’da alkışlatılan ve adına “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları yapıştırılan, ki bu sebeple kendisi yapış yapış bile olmuş olabilir, kimesnenin de yine, yeniden ve tekrar ile sahnede boy gösterdiği sorusudur. Mesud Barzanî’nin Diyarbakır gibi bir kentte, ki önemine ve ona atfedilen manaya dikkkatinizi celbetmiştik, böyle “devlet başkanı” gibi protokolle karşılanmasının altında oldukça müspet gerekçeler bulunmakta. Bizzat Tayyip Erdoğan’ın ağzından “Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Lideri[3]” sıfatıyla adlanan Barzanî, bu noktada açıkça Irak Kürtlerinin siyasî lideri olarak görülmektedir[4]. Mesela, Barzanî bu hareketin karşılığını “hareketsiz[5]” bırakmamış, böyle giderse de bırakmayacaktır.
Akla gelen bir diğer nokta ise burada Barzani’nin Türkiye’nin iç işleri sayılacak ve Barzani’nin bu konu üzerindeki herhangi bir söyleminin de bu kıstasta “iç işlerine karışmak” olarak değerlendirilebileceği böylesine önemli bir hususta Barzani’nin sürece dahil olmasından duyulan mutluluktur. Tayyip Erdoğan’ın açıkça burada Barzanî aracılığıyla Irak Kürtlerini de etkisi altına almak istediği söylenmektedir, fakat böylesine kritik bir iç sürecin IKBY Lideri Barzani ile neredeyse uluslar arası bir statüye yükseltilmesi oldukça manidardır. Yalnız burada hiçbir siyasi liderin bu konuya değinmemiş olması da cabası tabii ki; bence Barzani’nin bu meseleler hakkında yapacağı her açıklama alenen iç işlerimize müdahaledir öncelikle ve bu, “büyük” devlet olmuşsak eğer, olmamalıdır! Ayrıca elbette Irak Merkezi yönetiminin duyduğu kaygıları da göz ardı etmemekteyim; bize ne demişlerse onlara iki katı.
Muhabbetle…
Not: Yazı dizisi olarak planlanan bu yazının ikincisini “Hadi Gidelim “Bir Olmaya, İri Olmaya, Diri Olmaya”; Ama ne tarafa?” adıyla ilerleyen haftalarda yayınlayacağız.
[1] Başlığa takılmayalım bu arada, çünkü söylemleri karıştırırken o denli çok “renkli” şekerle karşılaştım ki bu bana Uykusuz çizeri Uğur Gürsoy’un aleme meşhur karikatürü Fırat’ın bir tiplemesini hatırlattı. Bu farklılığa vurgu yapmak adına ve bu “farklılık”ların seçimlerde malûm sonla vaka bulması temennisi ile…
http://onurifico.files.wordpress.com/2012/10/firat-karikatur-3.jpg
[2] “Sizi, sizin şahsınızda Kuzey Irak, Kürdistan Bölgesindeki değerli kardeşlerimizi muhabbetle selamlıyorum. Diyarbakırlı büyük şair, büyük mütefekkir Sezai Karakoç diyor ki; Diyarbakır, sadece Türklerin değildir, Diyarbakır sadece Kürtlerin değildir, Diyarbakır sadece Arapların değildir, tıpkı Erbil gibi Diyarbakır hepimizindir. Biz Erbil’de kendimizi kendi şehrimizde hissettik, siz de kendinizi şehrinizde hissedin diyorum.” Burada geçen “bizim Erbil” konusuna daha sonra değineceğimiz “T Tipi Milliyetçilik” başlığında “sayın” Öcalan’ın da önerdiği gibi Misak-ı Milli sınırlarının genişlemesi adıyla değineceğiz.
[3] Bu söylemden doğan tartışmaya ve ayrıntılarına daha sonra değineceğiz.
[4] Fakat bu liderlik nedense Suriye’de olduğu gibi demokratik bir seçime dayanmamakta, bilakis tamamen petrol varillerinin oylarından, dolar yeşilinin onayından ve kaleşnikof mermilerinin teamüllerinden kaynaklanmaktadır. Yine “nedense” burada Barzanî’ye “kardeş” diye hitap edilirken ben gerçekten korkmaktayım, çünkü yakın zamanda bu ismin “Berzeni”ye dönüşmesi muhtemel…
[5]Kuzey Irak’ta yeni edinilen petrol arama haberleri için: http://siyaset.milliyet.com.tr/barzani-ile-4-mutabakat/siyaset/detay/1793473/default.htm