Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Bahar Şenliklerine Dair: Nehy-i Ani’l Münker” yazısı üniversite çapında ciddi bir gündem oldu. Öyle ki, sosyal medyada Bilkent sayfalarında paylaşılması yazının popülarite fitilini ateşledi ve neredeyse Bilkent’in tümünde bir anda ana gündem maddesi oldu. Yazının içeriği ile ilgili ağzı olan konuştu, fakat buna rağmen zannımca bir yazı ile birkaç kelam etmek de şart oldu.
Öncelikle, mevzuya basit bakılmaması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Bu mevzu, “Bahar şenliğine gidenler şöyledir, böyledir.” gibi bir tavır kadar basit ve dar bir konu değil. Meselenin türlü türlü değişkenleri ve bu doğrultuda sorgulanması icap eden kavramlar söz konusu. Bu konulara değinen birçok kavramsal yazı, gazetemizde zaten mevcut. Ben meselenin kavram yönüne derinlemesine girmeden fikirlerimle ve mantıksal çıkarımlarla bir düşünce egzersizinde bulunmak istiyorum.
Öncelikle, şahsi özgürlükler ve seçme veya seçmeme eyleminin kapsamı hakkında yazının ciddi bir eksikliği mevcut. Yazıdaki peşin hükümler bu tezimi kuvvetlendiriyor. Örneğin, insanların rotasını yitirdikleri ve isyan ettikleri gibi hükümler bırakın evrensellikten uzak oluşunu bu kampüste bile umuma yayılamayacak ifadelerdir. İnsanlar, seçtikleri davranış özellikleri veya seçtikleri yol itibariyle asi veya rotasız olarak nitelendirilemez. Tabii ki insanın şahsi kanaati bu yönde olabilir ve bunun ifade edilmesi yasaklanabilecek bir şey değildir. Özgür bir iradenin ürünüdür. Fakat bu tavır, toplumda kaosa sebebiyet vermekten başka bir işe yaramaz. Bunun mukabili olarak o insanlar da Müslümanların inanış tarzlarını kendi inançlarına göre asi, yobaz, insanın hürriyetine bile müsaade etmeyen eski bir inanç veya peri masalı olarak görebilir ve bunu ifade de eder. Sonuç olarak da karşılıklı değerlere hakaret etmeye ve kargaşaya meydan verilir ki bu da bir ifsattır. Toplumsal huzura ve barışa karşı bir balyoz indirmektir. Halbuki âyet-i kerîmede “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler! Böylece her ümmete, yaptıkları işi güzel gösterdik. Sonra dönüşleri yalnız O’na olacak ve O da yaptıklarını kendilerine bir bir bildirip karşılığını verecektir.” (En’am, 6/108) buyrulmaktadır. Ayette geçen “tanrılar” kısmı tapılan değer, ilahlaştırılan, putlaştırılan değerler olarak da görülebilir. İnsanlar, bu eğlenceleri böyle bir bakış açısıyla değerlendirmişse bu konuda söylenebilecek daha fazla bir şey yoktur. Ayette ifadesi açıktır.
İslâm dini barış dinidir. İslâm kelimesi “seleme” ve “silm” kökünden gelmektedir. Manası da Allah’ın emirlerine riayet eden, barış içinde olan ve yasaklardan kaçınandır. Bu dinin mensupları da yeryüzünde adalet çerçevesinde sulhun temsilcileri olmalılardır. Din, fitne çıkarma veya bozgunculuk yapmaktan ziyade uzlaştırma, barışı yayma, sükûnu sağlamayı emreder. Nitekim İslâm’ı içselleştirerek dindar bir yaşam sürme gayretindeki insanların gayrimüslimlerle tarihteki beraber yaşama psikolojisi de bu mevzuda analiz edilebilir. Paskalya bayramlarında Müslümanların hediyeleri, Gayrimüslimlerin Kurban bayramında komşularına hususi armağanları birlikte yaşama ufkunun ulaştığı noktaları göstermektedir. O dönemlerdeki Paskalya bayramına hususi kutlama yapılması, bir değer atfediyormuş gibi özel hazırlıklar yapılması da Müslümanların bozulmuş olduğu yorumunu yapmamız anlamına mı gelmektedir?
Bahar şenliği ile ilgili yazılan bu yazının dini yönüne girdiğimizde ise bu konuda da söylenecek çok fazla şey var. Yukarıda bahsettiklerimi okuyanlardan bazıları, “klasik edebiyat yapıyor, Batı değerleri İslamla zaten uyuşmuyor” gibi medeniyet ırkçılığına ramak kalan bir tavırla meseleyi kestirip atma eğiliminde olabilir. Şahsi kanaatimce kuvvetle muhtemel böyle bir tepki de alacağım. Fakat inancıma ve çeşitli din alimlerine göre bu tarz bir üslup ve çarpıtmanın elbette Kur’ân-ı Kerîm ile bağdaşabilecek bir tarafı yoktur. Kur’ân’ı defalarca hatmetmiş, Peygamberimiz’in (s.a.v) hadislerini bunca yıl okumaya ve takip etmeye gayret etmiş birisi olarak o yazının Kur’ân’ın belli ayetlerini, kelimelerini cımbızlayarak salt bir insan yorumu olduğu kanısındayım. Saygı duyarım. Fakat İslâm’a göre Allah (Mutlak Yaratıcı, Mutlak İrade), insanların her birine kendi ruhundan üflediği bir ruh vererek seçme kabiliyeti de diyebileceğimiz bir irade sunmuştur. Müslümanların inancı açısından abes işten münezzeh olan Yaratıcı’nın seçme iradesi bahşettiği insanın bu iradesine ket vurmaya çalışmak veya ağır ifadelerle tenkit ederek kısmen hakaret boyutunda ifadeler kullanmak başta Allah’ın bu iradeyi yaratma kudretini yok saymaktır. Allah, o özgür iradeyi ve seçme kabiliyetini insana bahşettiyse, insanlar bunu kullanma noktasında da özgürlerdir. Bu özgürlüğe ket vurmaya çalışmak asıl abes olan amelin ta kendisidir. Nitekim Kehf Sûresi 29. ayette de “De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. ”Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır! [47, 15; 55, 44]” buyruluyor. Yani sonuç olarak, Allah dinini Peygamberi ile tebliğ etti, bizim de Müslümanlar olarak bu tebliğden nasibimizi almamız ve tebliği, irşadı vazife olarak benimseyerek gerekenleri gerektiği şekillerde ve gerektiği zamanlarda gerçekleştirmemiz gerekiyor. Dinin koyduğu kuralları insanlar duyduktan sonra yapılacakların neticesi de tebliğ edildikten sonra insanların seçim özgürlüğüne ket vurma teşebbüsü zulümdür. “Emr-i bil maruf ve nehy-i ani’l münker” yani iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma ameliyesi hiçbir zaman bu üslupla ve hakarete varan ifadelerle gerçekleştirilemez. Sosyolojiyi ve insan psikolojisini de yarattığına inandığımız Rabbimiz, bu gerçekliklere aykırı düşecek tarzda bir tavırla dini tebliğ etmemizi de yasaklamaktadır. Toplumu okuyamayan, bireylerin ihtiyaçları ve eğilimlerini göremeyen kör bir tarzda toplumu dizayn etme çabası İslâmî bir tavrın referansı olmaktan uzaktır.
Kur’ân-ı Kerîm de diğer bütün kitaplar gibi insanların suistimali ile dinin ruhuna aykırı birçok noktaya çekilebilir ve hatta çekilmektedir de. Bugün Tevrat’ı da, İncil’i de, Kur’ân’ı da kırpma faaliyeti ile şahsi arzularımız istikametinde rahat bir şekilde kullanabilir ve bu minvalde istediğimiz gibi konuşturabiliriz ki IŞİD denilen cani örgüte göre de yaptıklarının ayet ve sünnet istikametinde karşılıkları var. Fakat aslolan şey, dinin temeline ve ruhuna bütüncül ve tedrici bir bakış açısıyla yaklaşabilmektir. Bu yaklaşımın ete-kemiğe bürünmüş hâli de senin, benim söylediklerimiz değil; bizzat dinin mübelliği Resûl vasıtasıyla O’nun yaşantısıyla sunulmuştur.
Sonuç olarak, bahar festivaline gitmek veya gitmemek ile ilgili hükmü vermek, hiçbir kimseye düşmez. Oraya gidenler ile ilgili edilen “imanları, iffetleri katledildi” tarzında ifadeler, dinin Müslümanlara sunduğu bir karar verme insiyatifi ile te’lif edilemez. Bu kişinin şahsi ve nefsi tutumudur. Ayrıca oraya gidenleri de Ebu Cehil gibi zalimlerle aynı kefeye koyma tadındaki yaklaşım çok üzüntü verici bir yaklaşımdır. Peşin hükümlülüğün vücud bulmuş hâli olarak nitelendirebileceğimiz bu yakışıksız tutum, zannediyorum ki bir zelle hükmündedir.
Ayrıca emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) faaliyeti hedefe matuf olarak icra edilmesi gereken, dinin özünü temsil etme odaklı bir vazifedir. Fakat yazıda ne hedefe matufluk ne de dini temsil eden bir parça bulabilmek çok zor. Velhasıl-ı kelâm, sebepler silsilesinden (tekvini emirlerden) bu kadar uzakta, insanları bu kadar kutuplaştırma potansiyeli taşıyan böyle bir yazının “silm” ile, barış ile, İslâm ile ilgisini çözmek oldukça zor. Çözebilen beri gelsin.
Talha
Öncelikle yazdığınız bu güzel yazıdan dolayı size çok teşekkür etmek istiyorum.Hepimizin gördüğü gibi üzerine konuşulan konular gerçekten çok ince bir çizgi üzerinde ve küçük bir sapma iki tarafı da sonu olmayan bir tartışmaya götürüyor.Bu yüzden bu konuların hoşgörü ortamında,özgürlüğün tanımını bilen(!) ve olaylara rasyonel yaklaşabilen kişiler tarafından yorumlanması hem dinin yanlış anlaşılmamasını hem de bu tip tatsız olayların çıkmasının(veya çıkarılmaya çalışılmasının) önüne geçilecek en iyi yöntem olacaktır.Tekrar teşekkür ediyorum..
Zehra
Bu yazıyı yazma amacının güzel olduğundan eminim. Genel hatlarıyla da güzel bir yazı olmuş. Lakin, üzülerek söylüyorum ki, eleştirdiğin yazı kadar etkileyeci olamamış, Daha etkileyici bir üslup kullanman, yazının amacına ulaşması açısından daha iyi olabilirdi.
Saygılar.
Hamdi Karakal
Merhabalar,
Yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Tavsiyelerinizi dikkate alacağım elbette, bunun için size ayrıca teşekkür ederim. Fakat şunu belirtmek istiyorum ki, yazının amacı “marjinalleşmek” değildi, yanlış anlaşılmaları bertaraf etmekti. Umarım amacına ulaşır. Yazma konusundaki gelişimimize eleştirilerinizle katkı sunduğunuzu belirtmek isterim. Sağ olun.
Selamlar.
ismail
Yazıda genel itibarı ile ciddi ilmi ve mantikı eksiklikler olduğu kanaatindeyim.
Öncelikle, mevzubahis yazının evrensellikten uzak ve kampüste umuma bile yayılamayacak ifadeler içerdiği ifade edilmiş. Bahsi geçen yazı müslüman hassasiyeti ile yazılmış, insanlara bir kısım emirleri tebliğ eden bir yazıdır. Bu açıdan, evrensel olup olmamasının tartışılmasının bir anlamı yoktur zira İslam dininin hükümleri yeryüzündeki tüm insanlar için aynıdır. Eğer evrensellikten kastedilen bu ise evet, bahsi geçen yazı evrensel ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Eğer evrensellikten kasıt, evrensel bir ahlaki görüş veya bu fikirler üzerine kurulan bir felsefe ise bunun üzerine bir kısım tezler ileri sürmenin bir manası kalmaz. Bu kısımda işin içine ahlak nedir, ahlaki olan eylemin niteliği nedir veya genel bir ahlak mefhumundan bahsedebilir miyiz gibi sorular işin içine girer. Her insan için geçerli bir ahlak kuralı bulamayacağımız için evrensel bir ahlaktan söz etmek de anlamsız olacaktır. Bu yüzden yazının evrensel olmamasını eleştirmek tutarsızlıkdır
.
“İnsanlar, seçtikleri davranış özellikleri veya seçtikleri yol itibarıyla asi veya rotasız olarak nitelendirilemez.” denilmiş. İnsanlar seçtikleri yol itibarıyle takvalı, günahkar, dindar, müslüman, kafir olarak nitelendirilebilir. Burada, eğer yazarın istinadı İslam dini ise şunu kabul etmesi gerekir ki doğru olan tek yol İslam üzere yaşamaktır ve insanların kendi iradelerini kullanarak bu yoldan sapmaları onların rotasız olduğuna delalet eder. Nisa Suresi 14.ayette Cenab-ı Allah “Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve onun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” buyurmaktadır. Bu açıdan günahı alenen işleyen insan isyankar olmuştur demekte bir beis yoktur. Bu açıdan “içki içen Allah’a isyan etmiştir.” denilebilir. Görüldüğü üzere insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği iradeyi kullanarak isyankar olabiliyorlar.
“Sonuç olarak, bahar festivaline gitmek veya gitmemek ile ilgili hükmü vermek, hiçbir kimseye düşmez.” denilmiş. Bu kısımda sorgulanması gereken bir kaç husus var. Söz konusu etkinliğe gitmenin dini açıdan hükmünden ziyade şunları hatırlatmakta fayda vardır:
-İslam dini içkiyi, az miktarda da olsa sarhoşluk veren her şeyi yasaklammıştır. Bunun haram olduğu üzerine ayetlerden yola çıkarak hüküm verebiliriz.
Bu noktada, bu şenliğe gidip mezkur fiileri işleyen insanlar için haram işledi hükmünü verebiliriz. Bu noktada, hüküm konusunda hiç kimsenin karar veremeyeceğini iddia etmenin bir manası yoktur. Eğer, yazar bir kısım şeylerden çekiniyor veya inandığı şeyleri dile getirmekte tereddüdler yaşıyorsa onun yerine ben rahatlıkla söyleyebilirim: Evet, bu şenliğe gidip içki içmek haramdır, bu fiili işleyen insan Allah’a isyan etmiş olur, günah işlediği için de imanı zayıflar. Bunu insanlara tebliğ etmek de onların iradelerini elinden almak değil; onları temiz, iffetli olana çağırmaktır ki asıl özgürlük de budur; zira nefsine uyan insan onun kölesi olur.
Özgürlük mefhumuna gelince, herhangi bir dine inanan insanlar için o dinin emrettiği hükümler, insanın hürriyetini kısıtlamaz. İnsanlar iradelerinde ve beyanlarında hürdür, fakat onlara dinin emirlerini tebliğ etmek onların hürriyetini engellemez. Ahzab Suresi 36.ayette “Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için, o işte kendi isteklerine göre seçme hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne isyan ederse artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” Buyrulmuştur.
Ayette de görüldüğü üzere üzerinde hüküm verilmiş konularda bizim seçme, değiştirme, düzeltme hakkımız yoktur. Eğer özgürlükten kastedilen buysa evet, müslümanlar bu konuda özgür değildir. Fakat İslam dinine göre, insan Allah’a yaklaştıkça, onun emirlerine sıkı sıkıya itaat ettikçe daha hür olur; dünyevi şeylerden sıyrılıp gerçek hürriyeti tadar. Bu noktada, insanlara Allah’ın ayetlerini hatırlatmak onların hürriyetini elinden almak değildir.
Ayrıca, yazının başlığını teşkil eden özgürlüğe müdahele de tutarsız bir ifadedir. Mevzubahis yazıyı yazan yazar, fikirlerini beyan etmiştir. Burada insanların iradelerine karışma söz konusu değildir. Zaten herkes bir yazının, insanları cebri olarak bir fiilden men etmeyeceğine kanaat getirebilir. Bu yüzden, özgürlüğe müdahele tabirini kullanmak Selman’ın ifade özgürlüğüne müdaheledir.
Sonuç olarak, yazıda ileri sürülen iddiaların zayıf olduğu kanaatindeyim zira bir kısım insanların bu hükümlerden rahatsız olması nehy vazifesini yapmaya engel değildir. İslam’ın barış dini olması da müslümanların tebliğde dinin hükümlerine karşı “hoşgörülü” davranmasını gerektirmez zira tarih şahittir ki İslam devletleri Allah’ın isminin yayılmasına mani olan ülkeleri cebr ile feth etmiştir.
Yazının başlığını teşkil eden özgürlüğe müdahele kısmı da bir evhamdan ibarettir çünkü kimse kimseyi herhangi bir fiili yapmaya zorlamamaktadır.
mertcan pehlivan
ÖZGÜRLÜK adında bir kavram YARATILMAMISTIR. Yalnızca Allah’ın MÜRİD ismi manasının açığa çıkışını yaşıyoruz. Bunu düşünüp dogrulayın veya yanlışlayın. Özellikle YARATICIMIZIN koydugu emirlere uymak en doğrusu olacaktır. Nedeni çok açıktır. Selman Yalvac kardeşimi selamlıyorum. BU GİBİ UYARICI YAZILARININ DEVAMINI BEKLİYORUZ.
Melike
Bu yorumu yapmakta ki amacini pek anlayamadim kardesim. Ayrica bazi kelimeleri buyuk yazmis olman okumayi baya zorlastiriyor.
Hamdi Karakal
Selamlar arkadaşlar,
İlginiz ve katkılarınız için teşekkür ediyorum. Bana cevap hakkı doğduğundan bu mesajı yazma ihtiyacı hissettim.
Öncelikle İsmail Bey’in iddiaları ile ilgili birkaç kelam etmek istiyorum. Mevzuubahis yazıdaki ifadelerin umuma yayılamayacağını ifade ettim ki zaten İsmail Bey de bunu teyit eder bir yorum yapmış. Nitekim kapsamının yalnızca Müslümanlarla -Müslüman sıfatlarını taşıma gayretindeki insanlarla- sınırlı kaldığını kendisi de ifade etmiş. Bundan dolayı Bilkent Üniversitesi kampüsünde umuma yayılamayacak ifadelerdir. İslam, temeli ve ruhu sabit Tevhid akidesine bağlı bir şekilde evrensel kuralları içeren bir dindir. Evrenselliği, her coğrafyaya, her kültüre, her yaşayış tarzına temelinden ve sabit kurallarından sapmadan hitap eden bir dindir. Çünkü İslam, Türk kültürü, Arap kültürü veya Çin kültürü arasında bir ayrım yapmaz. Evrenselliği işte buradan gelir. Asıl tutarsızlık, her insan için bir evrensel ahlak kuralı bulamayacağımızı söyleyip, İslâm dininin evrensel kuralları içeren bir din olduğunu söylemektir.
Ayrıca o yazıyla Müslümanlara tebliğ yapıldığı söyleniyor. Bir kere Müslümanlara “tebliğ” yapılmaz, tebliğ gayrimüslimlere yapılır. Müslümanlar ise “irşad” edilir. Bu noktada bir kavram kargaşası mevcut. Onu gidermek icab ediyor.
İkinci olarak, insanların “asi ve rotasız” olarak nitelendirilmesi mevzusu ile ilgili bir açıklama yapayim. İslâm dininin yükümlülükleri açıktır, o meseleye girmeyeceğim. Buradaki mesele, Müslümanlar olarak bizlerin böyle nitelendirmelerle hedef gösterme gibi bir vazifemizin olmadığıdır. Bir keresinde açıktan şirk içerisindeki bir insan, İslam ordusuna karşı savaşırken hayatını kurtarmak için tam ashabdan birisi kıstırdığında öleceği sırada “La ilahe illalllah” demiştir. Biraz önce hınca hınç savaşan o müşrikin bu ifadesi doğal olarak sahabe Efendimiz tarafından sırf hayatını kurtarma girişimi olarak görülmüş ve o kişinin canı alınmıştır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bu olayı duyduğunda o sahabe Efendimiz’e kızarak “Kalbini yarıp da baktın mı?” buyurmuştur. Savaş esnasında bile bu derece hassas ve şirk içinde yüzdüğü gün gibi açıkken bir insanla ilgili bu kadar titiz bir tavır takınan Resul’ün (s.a.v) ümmeti olarak bize düşen nedir? Bize düşen iyiliği emretme, kötülükten sakındırma vazifesini hedefe matuf bir şekilde nefretten değil sevgiden, saygıdan, iyilikten beslenerek icra etmektir. Tekrar ediyorum, biz Müslümanların vazifesi insanların fiillerini nitelendirmek değildir. Tam tersine, bu konuda Resul gibi ciddi bir titizlik içerisinde yıkıcı değil yapıcı olmak gerekmektedir.
Bu söylediklerim doğrultusunda bahar şenliğine gidenlerle ilgili bir ön yargı ile hüküm vermek elbette kimseye düşmez.
Tabii bu eleştirileri yazan İsmail Bey de belli ki bazı ön yargılarla beni çekinmekle ve inandığım şeyleri söyleme konusunda tereddüt etmekle suçlamış. Eğer böyle bir çekincem söz konusu olsaydı, burada böyle bir yazı kaleme almayı düşünmezdim.
İslâm hükümleri gayet açıktır. Alkol ve diğer fiillerden haram olanlar Kitap’ta da, Sünnet’te de yer almaktadır. O konular gün gibi aşikardır. Fakat burada eleştirimin ana noktası üslubun uygun olmamasından kaynaklanıyor. Üslubun Kitap’ta da Sünnet’te de kaynağı olmadığından ve Resul’ün üslubuna hiç benzemediğinden burada ters giden bir şeyler var demektir. Her şeyin olduğu gibi emr-i bil maruf nehy-i anil münkerin de bir yolu yordamı vardır, fakat yolundan uzaklaşmış, amacından sapan bir üslupla emr-i bil maruf nehy-i anil münker yapılamaz. Yapılsa bile hak olmayan bir yolla hakkı ikame etme çabasına girişilir. Bu da caiz değildir. Hak olmayan bir yolla Hakk’a davet söz konusu olamaz. Fakat İsmail Bey konulardan saparak farklı mecralara kaymış. Bahsedilen Yüce Kitab’ın hükümlerini değiştirme gibi bir çabadan Allah’a sığınırım zaten. Kendisi ben böyle bir çaba içerisine girişmişim gibi bir iddia içerisinde.
Benim atıfta bulunduğum yazı ile ilgili ise masumane Allah’ın ayetlerini hatırlatmak deniyor. Dediğim gibi bu konuda üslubu ve Resul’ün yolunu tutturamamış bir usul amacından saptığı gibi hak olmaktan da uzak olacak ve toplumda nefret üretecektir.
Yukarıda da belirttiğim gibi hükümlerden rahatsız olmak diye bir şey yok. Zaten bir Müslümanın İslâm hükümlerinden rahatsız olması gibi bir şey olamaz. Karşı çıkılan nokta üslup, baskı, dayatmalarla amacın saptırılması.
Selman’ın ifade özgürlüğüne müdahale derken neyi kastettiğinizi anlayamadım.
Dinin hükümlerine karşı hoşgörülü olmak tabirinin hangi yöne gittiği de açık değil.
Cebir, İslâm’da son çaredir nitekim Hz. Peygamber (s.a.v)’in 23 senelik peygamberlik hayatında savaştığı süreç 1 yılı bile hemen hemen doldurmaktadır. Dolayısıyla istinadımız Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi ise buna uymakla mükellefiz.
Yaratılmayan bir kavramı kullanan diğer arkadaşımı da selamlıyorum.
Selametle..
ismail
Sözlükte ulaşmak, varmak, sona yaklaşmak, ulaştırmak, tebliğ etmek, nakletmek, götürmek gibi anlamlara gelen beleğa fiilinden mastar olan tebliğ kelimesinin temel anlamı, ulaştırmaktır. Burada kullanılan tebliği kelimenin lugat manası olan ulaştırmak şeklinde düşünebiliriz.
Tebliğ ve irşad kelimelerinin kullanımında bahsettiğiniz gibi kesin bir sınır yoktur, zamanla bu kelimeler anlam genişlemesine uğramıştır. Prof. Dr. Halis Albayrak’ın “Tebliğ ve Davet Kavramlarının Analizi” makalesine müracaat edilebilir. Şöyle bir bahis mevcut;
“Aslında burada, tebliğ kelimesinin uğradığı anlam genişlemesinden de bahsetmek gerekmektedir. Tebliğ kelimesinin Kur’ân’daki anlam içeriği hakkında bir netleştirme yapıldığında, bu kavramın, Peygamberlerin resul ve nebi olmaları bakımından yerine getirmeleri gereken temel bir sorumluluk olduğu ifade edilebilir. Dolayısıyla, tebliğ, peygamberlerin Allah’tan aldıklarının olduğu gibi muhataplara duyurulması demektir. Bu anlamda tebliğ, irşad, tebliğ, inzar ve tebşir gibi kavramların içeriğinden farklılık arzetmektedir. Ancak zaman içerisinde, özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra bu kavram, dini daveti duyuran herkes için kullanılmaya başlamış ve giderek de davet kavramının içeriğine yakın bir şekilde kullanılmıştır.”
Ayrıca Naziat Suresi 19.Ayet bazı meallerde şöyle geçmektedir;
” . “Bu yüzden (ona) de ki: ‘Senin (şirk ve isyan kirlerinden) temizlenmeye (meylin) var mı? Seni Rabbine (giden yola) irşâd edeyim de böylece (O’nu tanıyasın ve O’ndan) korkasın!’ ”
Buradaki ayette muhatab Firavun’dur.
Bu iki örnekten anlaşılacağı üzere tebliğ ve irşad için kesin çizgiler belirtmek çok mümkün değildir.
Yorumumda belirttiğim cebir kısmı tebliğin önemini vurgulamak içindi, yoksa bu asırda iknanın icbardan önce geldiğine inanan birisiyim.
Kalbini açıp bakmak hadisesi tek bir şahıs içindir; o şahısın da itikadı, inancı üzerinde kesin kanaat oluşmamıştır. İslam dininde günahları aşikar ve açıktan işleyene fasık-ı mütecahir denilir, bunların gıybeti dahi caizdir. Zaten burada bahis edilen tek bir şahıs değil alenen günah işleyen bir topluluktur. Diğer insanlar mevzu haricidir.
Özgürlük kısmında yazılan bir kıyaslamadan ibaret. Eğer mevzu bahis yazı iddia ettiğiniz gibi bir kısım insanların özgürlüğünü kısıtlıyorsa, sizin yazdığınız yazı da aynı şekilde bir kısım insanların özgürlüğü kısıtlayabilir. İkisi de şu durumda mantıklı değil zaten.
Geri kalan üslüp tartışmaları artık şahsi görüş halini aldı, devam ettirmenin bir manası yok.
İlmi kısımları açıklığa kavuşturmak istedim
Hamdi Karakal
Merhabalar İsmail Bey,
Naziat Sûresi 19. ayete baktığımızda “ve ehdiyeke..” ifadesi ile karşılaşmaktayız. وَأَهْدِيَكَ إِلَى رَبِّكَ فَتَخْشَى (Ve ehdiyeke ilâ rabbike fe tahşâ).
“ehdiyeke” ifadesi de dediğiniz gibi irşad etme manasına değil, “hidayete erdirme” manasına gelir. İrşad etme ve hidayet etme her ne kadar aynı manaya geldiği sanılsa da tam olarak aynı karşılığı vermez. Tabii burada terminoloji devreye girmektedir.
İlginiz ve katkınız için teşekkür ederim.
Selamlar..