Ekonomik büyüme ve nasıl elde edileceği ekonomistler tarafından en çok araştırılan, hakkında makaleler çıkarılan konulardan biri. Hangi yollarla bu büyümenin elde edileceği, ne gibi sonuçlar doğuracağı gibi konularda da ekonomistlerin hemfikir olmadığını, çeşitli akımlardan ekonomistlerin tartıştığını hatta zaman zaman resmen kavga ettiklerini görüyoruz. Gayrisafi Yurtiçi Hasıla gibi göstergeler ve bunların büyüme oranları bir ülkenin ekonomik gelişmişliği ve belli durumlarda da refahı konusunda bir gösterge olabiliyor. Ancak bu göstergelerin beklenen veya olması gerektiği düşünülen sayılardan çok daha fazla veya az olması bir ekonomide beklenmedik durumların olduğuna dair bize bir uyarı olabiliyor. Sanayi devriminden bu yana ülkeler büyümenin peşinden gidiyor ve ileride gerçekleşecek etkileri göz önünde bulundurarak (ya da bazı örneklerde de bulundurmadan) büyüme için uygun politikalar uyguluyorlar. Ekonomik büyüme iyidir; ekonomik düşünceye hükmeden bir duruş halinde. En nihayetinde bunu söylemek basit/temel bir anlamda doğru. Eğer insanlar bir sene sonra geçen seneye kıyasla daha çok gelire sahiplerse bu iyi bir şeydir. Bu gelir eşit paylaşılmamış olabilir, hatta belli kesimler zarar görürken belli kesimler fayda görmüşlerdir; yine de Dünya’nın ekonomik büyümeden payını aldığını söylemek yanlış olmaz. Yaşam süresi, ortalama gelir gibi göstergeler her gelir seviyesinde ve çoğu ülkede artıyor. Ancak bütün bunlara rağmen ortalama bir insanın çektiği ekonomik sıkıntılar, her türden eşitsizlikler veya çocuk ölümleri gibi durumlar hala çözülebilmiş değil. Dolayısıyla insanın aklına da bazen gelmiyor değil: Neyi yanlış yapıyoruz? Evsizlik, açlık gibi en temel ihtiyaçlara dair sorunları gerçekten yok etme imkânımız yok mu? Ekonomi, siyaset, toplum hakkında inkâr edilemez doğrular olarak kabul ettiğimiz bilgiler göründüklerinden daha karmaşık ya da aslında yanlış olabilirler mi? Bu gibi soruları sormaya başladığımızda içinden çıkılamaz işlere giriyor gibi hissedebiliriz, hislerimiz doğru da olabilir hatta. Ancak biz sormazsak kim soracak?
Dolayısıyla hadi bir varsayalım, doğru bildiğimiz şeyler yanlış da olabilir diye. Çoğumuz yalanlarla, basitleştirmelerle ve tatsız endoktrinasyonla dolu Türk eğitim sisteminden çıktık. Bilkent öğrencileri olarak da birçoğumuzun Türkiye ortalamasının üstü bir İngilizcesi olduğunu umuyorum. Dünyanın dört bir yanından farklı insanların görüşlerini öğrenebilme ve ufkumuzu elimizdeki daha fazla imkanlarla genişletme yetisine sahibiz. Dolayısıyla da doğru bildiğimiz birçok şeyin yanlış olabileceği gerçeğiyle yüzleşmemiz, hatta doğrusunu öğrendiğimizde de geçmişimizde aklımızda yer etmiş yalanları ve yanlışları bir kenara bırakabilmemiz lazım. Çünkü doğruya ulaşmak sadece bir şeyleri ölçüp biçip tartmaktan değil aynı zamanda sorgulamaktan geçer. Sorgunun olmadığı bir dünya geleneksel düşüncelerin bataklığında saplanıp kalmış bir dünyadır, ileri gidilemez. Bunları da dediğimize göre, gelin iktisatçılar olarak doğru gördüğümüz bazı şeyleri sorgulayalım. İktisat alanı her ne kadar matematiksel modeller kullanılarak işlenen bir alan da olsa aynı zamanda temelini toplumsal durumlardan alan birçok varsayım içerir. Bu varsayımlar iktisatçıların belli sonuçlara ulaşmasına yardım etse de kimi durumda mutlak doğru olarak kabul edilen ekonomik teoriler ve bu teorilerin politikaları krizlere sebep olmuştur. Bundan dolayı ben de şunu merak ettim. Ekonominin temel hedefi (ya da hedeflerinden biri) ekonomik büyüme olmalı mı? Basit bir iktisat eğitimi almış herkes, ne pahasına olursa olsun ekonomik büyümeyi hedeflemenin yanlış bir şey olduğunu bilir. Ancak burada sorguladığım şey, ekonomik büyümenin günümüz koşullarında belki de temel bir ekonomik hedef yerine ikincil bir ilgi olup olmaması. Ekonomik tarihçilerin incelediği konulardan biri de ekonomik büyümenin insanlık tarihinde ne kadar farklı seviyelerde olduğudur. Yeni icatların az olduğu sanayi öncesi devirlerde, insanların gelir düzeylerinde çok bir farklılık görmüyoruz mesela. Ortalama Bir Bronz Çağ insanıyla Orta Çağ insanının ekonomik gelişmişlik seviyelerinde çok bir farklılık görmüyoruz; ama ortalama bir günümüz insanı bu her iki tip eski insana göre akıl almayacak seviyede zengin durumda. Şu an yaşadığımız ekonomik büyüme düzeyleri sanayi devriminden sonra, son üç asır içinde gelişmiş. Yani kendimize şunu sorabiliriz; eğer ekonomik büyümenin peşinden gitmek ekonomide veya toplumda çeşitli ciddi sorunlara yol açıyorsa, bu sorunların çözümünü öncelik yapıp ekonomik büyümeyi ikinci plana atmak ne kadar doğru olur? Eğer sanayi öncesi toplumlar günlük sorunlarına ciddi ekonomik büyüme seviyeleri olmadan bir çözüm bulabildilerse biz neden bulamayalım? İktisatçılar da bu gibi soruları zaten soruyorlar; bu konularda makaleler yazılıyor, gazeteciler yazı yazıyor. Yine de bu sorulan soruların ve araştırmaların ana akım iktisadın içine tamamen yerleşmesi, ana akım iktisada yerleşse bile hükümetlerin politikalarında kendini tamamen göstermesi vakit alabilir.
Burada asıl savunduğum şey ekonomik büyümeden kaçınılması ya da sürekli ekonomik küçülme politikaları izlenmesi değil; (araştırdığım kadarıyla bunu önde süren iktisatçılar da varmış, Research and Degrowth grubu gibi) daha az miktarlarda ekonomik büyümenin eşitlik, sürdürülebilirlik gibi kavramların sağlanması ve yoksulluk, açlık, çocuk ölümü gibi durumlardan kaçınılması için daha az seviyelerde seyretmesinin kabul edilmesi şeklinde. Aynı zamanda da alıştığımız ve mutlak doğru olarak kabul ettiğimiz çeşitli kavramların da sorgulanması gerektiği düşüncesini desteklemek. Tabii ki sorgulamayı ve yeni fikirlerin gelişimini de -kaba tabiriyle- kafadan sallayarak değil, araştırmalarla, bilimsel yöntemlerle yapmak. Çok şey umuyorum ve istiyorum biliyorum, ama hepimiz umsak, istesek gerçek olur belki de.