Russell Crowe’dan: ‘Son Umut’

“Bu film Türkiye’ye yazdığımız bir aşk mektubu gibi.”

Bu sözlerin sahibi, ‘Son Umut’ filminin senaristi Andrew Anastasios. Bu cümleyi duyunca çok duygulandım, bir o kadar da heyecanlandım doğrusu. Böyle bir filmin çıkacağını duyduğum andan itibaren takip ettim haberlerini, vizyona girdiği zaman ise soluğu sinema salonunda aldım. Filmin gerçek bir mektubun satırlarından yola çıkarak yaşanmış bir hikayeyi aktardığı doğru fakat; Türk vatandaşı olmayan birinin bunu nasıl yansıtabileceği merak konusuydu.

Senaryo yazımı sırasında birçok araştırma yapan senaristlerin (Andrew Knight, Andrew Anastasios) en büyük ilham kaynaklarından biri Tolga Örnek’in filmi olan ‘Gelibolu’ olmuş. Tabii, Andrew Knight’ın Türk eşi Banu Erzeren ve ailesinin katkısı da küçümsenmeyecek kadar çok. Aslen Avustralya yapımı olan filmi izlediğinizde, Türk yapımı olsa bu kadar olur diyebileceğiniz sahneler mevcut. Örnek verecek olursak; ezan, sünnet, hamam, derviş, semazen gibi Türk kültürü sembollerine filmde genişçe yer verilmiş; özellikle kahve falı, filmin mihenk taşı desek tam yerinde olur. Bunun nedeni is,e senaristin Türk olmayan izleyiciler için bu unsurları önemli bir detay olarak görmesi. Bir Türk olarak söylemek gerekirse, gayet başarılı bir şekilde işlenmiş demek mümkün. Gelelim filmin yönetmeni ve başrol oyuncusuna; Russell Crowe, senaryoyu okuduğu gibi çok sevmiş ve bunu filme çekmek istediğini dile getirmiş. Zaten, Crowe’un Türkiye’ye olan sevgisini samimi bulmayan yoktur aramızda diye düşünüyorum. Ayrıca Crowe, filmi çekmeden önce birçok kez Türkiye’yi ziyaret etmiş. Filmin oyuncu kadrosundan bahsetmeden önce, bilmeyenler için konusunu özet geçmek gerekirse;

Avustralyalı bir çiftçi olan Connor (Russell Crowe) üç oğlunu da Çanakkale Savaşı’na yollamıştır. Connor’ın tek amacı, savaştan sonra haber alamadığı oğullarını bulmaktır. Bunun için, tabir-i caizse bir maceraya atılır. İstanbul’dan başlayan bu yolculuk, Çanakkale’de devam eder ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine de uzanır. Connor’ın bu yolculuktaki en büyük yardımcıları ise; Türk askerleri Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal’dir (Cem Yılmaz).

Gelelim, biraz eleştiri bölümüne. Film IMBD’den 8.5 puan almış. Filme genel olarak baktığımda, ‘Nuh: Büyük Tufan’ filmini çağrıştırdı bende. Nuh filminde de bazı kopukluklar ve yanlışlıklar hemen göze çarpıyordu.

Bu filmde beni en çok rahatsız eden detaylardan biri, dublaj oldu. Slav kökenli bir Osmanlı kadınını canlandıran Olga Kurylenko İngilizce konuştuğu bölümlerde kendi sesini kullanırken, Türkçe kısımlarda yapılan dublaj sesi birbirinden çok farklı; açıkçası, bu beni film boyunca rahatsız eden minik fakat etkili faktörlerden biri oldu. Daha özenli ve dikkatli bir seçim yapılabilirdi, hatta bir Osmanlı kadınının o kadar mükemmel İngilizce konuşması da bir diğer soru işareti bana göre. Hadi onu geçtim, filmde Ayşe’nin (Olga Kurylenko) oğlunu canlandıran Dylan Georgiades henüz 10 yaşlarında; fakat ana dili gibi İngilizce konuşabiliyor, bu durumu o zamanın İngiliz sömürgesindeki Osmanlı Devleti’nin bir sonucu olarak varsayarsak bile, insanın aklını kurcalayan bir detay olmaktan öteye geçemiyor yine de. Ayrıca sadece birkaç kelime Türkçe konuşabilen Avustralya donanmasına karşı, üst düzey İngilizce’ye sahip Türk askerleri dikkat çekiyor. Aadece İngilizce de değil, aynı zamanda filmde Yunanca da konuşabiliyorlar; tabii bu da ne kadar doğru, bir başka soru işareti.

Oyunculuklara diyecek laf bulamadım; doğrusu Yılmaz Erdoğan da, Cem Yılmaz da bana göre ülkemizi en iyi şekilde temsil eden isimler olmuş. Filmin görsel efektlerini çok etkili bulamadım fakat, bu denli tarafsız bir şekilde yazılıp çekilebilmesi de ayrı bir başarı bana göre. Daha fazla uzatmadan sonraki yorumları size bırakıyorum. Güzel ve etkili bir film izlemek isterseniz kaçırmayın derim.

Film hakkında görsel bilgi sahibi olmak isteyenler için fragman:

https://www.youtube.com/watch?v=JL3WU3fMc1U

 

Leave a Reply

1 comment

  1. Betül Özkan

    Filmi izledikten sonra yorumumu yazmak istedim, çok hoş bir yazı olmuş. Dublaj konusuna kesinlikle hak veriyorum, belki de filmin en büyük eksisiydi. Bu güzel yazı için teşekkürler.