Beceriksiz Taze, Küçümen Gelin, Pembeyaz

Konu kadın olunca, belirli dönemlerde gaza gelmeyi çok seviyoruz toplum olarak. Toplum gerçekliği halini almış kadın cinayetleri, hayatları ellerinden alınan çocuk gelinler, günlük hayatta maruz kalınan fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet ve kadına dair daha birçok husus; ne yazık ki dönemlik manşetler olarak geliyor önümüze ve çok geçmeden unutuluyor. Neyse ki; söz uçsa da, yazı kalıyor; ve siz Pembe ve Yusuf ‘u okurken her satırda yeniden hatırlıyorsunuz içinde bulunulan durumun ehemmiyetini.

pembe-ve-yusuf

Canan Tan’ın geçtiğimiz yıl Ekim ayında okuruyla buluşan romanı Pembe ve Yusuf; Zehra, Keder ve Pembe karakterleri aracılığıyla, nesillerdir süregelen bir savaşı anlatıyor: Kadının hayatta kalma savaşını. Zehra: Keder’i dünyaya getirince kahır yüklü bir inleyişle iç çekmek zorunda kalan, bir suçlu gibi çile doğurduğu söylenen, “beceriksiz taze”. Keder: Dedesinin öldüğü gün doğduğu için ömür boyu babası tarafından sevilmeyen, kin güdülen, 14 yaşında evlendirilen, 17 yaşında 2 çocuk annesiyken şiddet gören, zamanla bu durumu kabullenen, “küçümen gelin.” Pembe: Babasının emriyle nişanlanan, nişanından hemen sonra sevdiği adamla kaçan, yıllarca bu adamla nikah kıymayı bekleyen, bu sırada anne olan, kocasının başka bir kadınla nikahına tanıklık eden, yaşadıklarından sonra sığındığı baba evinde varlığından rahatsız olunan, babası tarafından ölüm kararı verilen ve hayatını şekillendiremese de, ölümünü kendi elleriyle çizen Pembeyaz.

kadın

Yaşananların özetini duymak bile zorluyor insanı, biliyorum. Bu söylenenler Tan’ın karakter çizimleri ve olay örgüsü yapılandırmasıyla birleşince ise, okur olarak size sayfalarda kaybolmak düşüyor. Kaybolmak demişken; romanda beni derinden etkileyen ve hafızama kazınan kelime seçimleri ya da içinde kaybolduğum cümleler olduğunu söyleyemem. Okuduğum sözcüklerin ardından uzun uzun düşündüğümü de. Fakat olay örgüsü, karakterler ve bölümler arası geçişin akışkanlığından olsa gerek; her satır bir sonrakiyle öylesine heyecanla birleşiyor ki romanda, okuma sürecinin ne denli hızlı geçtiğinin farkına dahi varamıyorsunuz.

Son olarak Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak isimli romanını büyük bir beğeniyle okumuş, hatta bölüm bölüm hafızasına kazımış bir okur olarak; Pembe ve Yusuf’un sayfalarında ilerledikçe bu iki roman arasında var olduğunu düşündüğüm o kuvvetli bağın, o ortak noktanın varlığını sizlerle de paylaşmak istiyorum. Ne yazık ki; Ölmeye Yatmak romanında Aysel’in lise yıllarında eğitimine karışılmasın diye kendi evinde unutulmayı istemesiyle; Keder’in, henüz daha küçücük bir çocukken babası Servet eve gelince cıvıltısını rafa kaldırıp bir köşeye sinmesi arasında hiçbir fark yok. Ne yazık ki bu iki kadın, tamamen farklı hikayelerin kahramanları olsalar da, belki de kendilerini en ait hissetmeleri gereken yerde, evlerinde soyutlanmayı yeğliyorlar ve ne yazık ki; Ağaoğlu’nun da, Tan’ın da okuruna hatırlatmak istediği bu soyutlanma; zaman geçtikçe gerçek hayatta ailenin dışına taşıp ekonomik ve toplumsal hayatımıza yansıyor.

Leave a Reply