Hazır yazı 7 Haziran’da yayınlanıyorken, içime geçmiş seçimlerle ilgili bir yazı yazma istediği düştü. Seçim yasaklarını da düşünerek yazılabilecek en güzel konulardan bir tanesinin Cumhuriyet Tarihi’nin ilk ‘çok partili’ genel seçimleri olabileceğini düşündüm. Geçtiğimiz sene de zaten Cumhurbaşkanlığı seçimleri varken 1938 Cumhurbaşkanlığı Seçimini yazmıştım. Bu sene de buradan devam etmek istedim.
Yazının başlığını ilk genel seçim koydum. Nedeni kesinlikle ilk olduğu için değil. Aksine 1946 yılına gelene kadar Anadolu coğrafyası bir şekilde seçim kavramı ve seçimlerle aşina olmuştu. 1876 yılında Meşrutiyet’in ilân edilmesine müteakip Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk seçimler 1877 yılında yapılmıştı. Zaman içerisinde hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte seçimler –her seferinde daha da önem kazanarak– yapılmaya devam edildi. Lâkin yukarıda da belirttiğim üzere bunların birçoğu tek partili, sadece belirlenen adaylar arasından yapılan seçimlerdi.
1946 yılındaki seçimlere kadar, sadece bir genel seçim çok partili yapılmıştı. 1908 yılında ikinci defa meşrutiyetin ilân edilmesinin ardından seçimlere gidilmiş, İttihat ve Terakki Fırkası’nın karşısına seçimlerden henüz önce kurulmuş olan ve bir nevi hazırlıksız yakalanan Ahrar Fırkası çıkmıştı. Hal böyle olunca İttihat ve Terakki seçimleri birinci sırada tamamlamış ve en çok mebusu çıkaran parti olmuştu.
Bu süreç içerisinde Anadolu coğrafyasında birçok seçim gerçekleşmiş ve hemen hemen her seferinde farklı sistemler, farklı yöntemler uygulanmıştı. Her bir seçim farklı anlamlar taşırken, 1946 genel seçimlerini ayrı bir yere koymak sanırım haksızlık olmayacaktır.
1946 yılında birçok iç ve dış etken sonucunda Cumhuriyet Tarihi’nde üçüncü defa çok partili siyasi hayat denenmeye başlanmıştı. Daha önceki denemeler ziyadesiyle kısa sürmüş, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka kısa sürede ‘irtica’ ile özdeşleştirilerek kapatılmıştı. Üçüncü denemenin sinyalleri de aslında bir sene öncesinden, 1945 yılında ortaya çıkmaya başlamıştı. Yukarıda da bahsedildiği gibi Türkiye’yi yeniden çok partili siyasi hayata sürükleyen birbirinden önemli hem dış hem de iç etkenler vardı.
Bu etkenlerden dış kaynaklı olanlar hepimizin malumu. II. Dünya Savaşı’na katılmayarak her ne kadar başarılı bir politika takip etmiş olsa da Türkiye, savaş koşullarının ağır ekonomik şartlarını kaldırmakta zorlanmıştı. Bunun yanı sıra savaşın sona ermesi ile birlikte iki kutuplu dünyanın oluşması, birçok ülkeyi bu kutuplardan bir tanesine yanaşmaya zorlamıştı. Bu koşullarda, Türkiye de Batı bloğuna yanaşmakta ve bu yakınlığın gereklerini de yerine getirmeye çalışmaktaydı. Tabi ki bloktan gelen taleplerin en açığı tam anlamıyla ‘demokratik’ bir siyasal sistemin oluşturulmasıydı.
Bunun dışında bahsedildiği üzere iç etkenler de vardı ki bunlar geçiş sürecini iyice hızlandıran nedenler oldu. İç nedenlerden en önemlisi ve büyüğü pek tabii ki cumhuriyetin kuruluşundan bu yana artarak gelen ve bir türlü karşılanamayan muhalefet talebiydi. Gerek ekonomik gerekse siyasi nedenlerden dolayı ortaya çıkan muhalefet talebi yıllarca karşılanamadığı gibi, karşılanmaya çalışıldığında da susturulmuştu. Doğal olarak meclis içerisinde ve dışarısında sistemli bir muhalefetin bulunmayışı siyasi olarak bu talebi doğurmuş ve beslemişti. 1923 yılından itibaren uygulanan politikaların, gerçekleştirilen reformların meşru tabanı sağlanmış, muhalefet talebi ise ‘imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz’ denilerek reddedilmişti. Kemalist Halkçılık’ın en bariz sloganlarından olan bu ifade 1940lara kadar bir şekilde muhalefeti engellese de özellikle 1940ların ortasından itibaren yeterli meşru zemini sağlayamamaya başladı.
Bu etkenlerin yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı ve yerine İsmet İnönü’nün geçmesi ile ideolojik bakımdan bazı kopuşlar da yaşanmaya başladı. Özellikle 1940’larda Cumhurbaşkanı İnönü mecliste yaşanan muhalefet eksikliğini, bir muhalefet partisinin mevcut olmamasından kaynaklanan problemleri açıkça ve sesli bir şekilde dile getirmeye başlamıştı. İnönü,
“Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır.”
diyerek demokrasinin ön koşulu olan çok partili sisteme geçişte önemli bir adım atmıştır. 7 Ocak 1946’da ‘Demokrat Parti (DP)’ adında yeni bir siyasal örgüt kurularak bu talebe cevap verildi.
İşte bu koşullar altında 1946’da kurulan Demokrat Parti siyaseten ve ekonomik olarak artan muhalefet rüzgârını arkasına alarak siyasi hayatına başladı. İlk seçim deneyimini, kurulduktan hemen 7 ay sonra Temmuz 1946 yaşayan Demokrat Parti, her ne kadar ülke genelinde yeterince örgütlenememiş olsa da seçimlerde ciddi başarılar elde etti. 7 ay gibi kısa bir sürede meclise 64 milletvekili sokma başarısını gösterdi. 1946 seçimleri hem Türkiye hem de CHP için bir şeylerin değişmeye başladığının apaçık bir göstergesiydi.
Parti adından da anlaşılabileceği üzere demokrasi söylemlerine vurgu yapan, ekonomik liberalizmi savunan Demokrat Parti, bir sonraki seçimlere kadar tabanını genişletmeyi ve muhalefet görevini daha da kuvvetli bir şekilde yapmaya başladı. Gerek söylemleri gerek de meclis içerisindeki tutumlarıyla Demokrat Parti halktan daha fazla destek bulmaya başladı. Popülist söylemleri ilk defa siyaset alanına indiren Demokrat Parti, seçim çalışmalarında da bu söylemlerden yararlandı.
1946 yılındaki seçimlerin aksine erkene alınmayan ve bir önceki seçimden tam 4 sene sonra – planlandığı üzere – gerçekleştirilen seçimler ise tam anlamıyla Türkiye’nin siyasi tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. Kurulduğu günden itibaren ciddi bir beklenti yaratan, meclis içerisinde muhalefet görevini üstlenen Demokrat Parti 1950 yılındaki genel seçimlerde 4.5 milyon civarı oy aldı ve seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı başardı. CHP ise geçerli oyların 3.2 milyonunu alarak ikinci parti oldu. 370 bin oy alan Millet Partisi ise sonuncu parti olarak mecliste yer almayı başardı.
1950 seçimlerinin sonuçları her açıdan ziyadesiyle incelenmeye değerdir. Türkiye’de muhalefetin güçlenmesi, Demokrat Parti’nin seçim zaferleri bir şekilde hem siyasi hayatı hem de CHP’yi değişmeye zorlamıştır. 1946 seçimlerinden sonra Türkiye’de seçimlerin tarihsel işleyişi de öncekilerden farklı olmuştur. Bu bakımdan 1946 ve özellikle 1950 seçimleri Türkiye siyasi tarihi açısından çok anlamlı ve önemlidir. Bu seçimler hem geçmiş ile olan bağın değişmesinde ve siyasi konjonktürün değişmesinde etkili rol oynamış hem de siyasi sözlüğün gelişimine ciddi katkılarda bulunmuştur.
*İlk genel seçimden kasıt, çok partili seçimlerin gerçekleştirilmesidir. İbare daha önce seçim yapılmadığı anlamına gelmemelidir.
KAYNAKÇA
Adem Özküçük, Demokrat Parti’nin Demokrasi Söylemleri
Ensar Yılmaz, 1946 Seçimlerinde Öne Çıkan Bazı Hususlar
Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi
Mehmet Ö. Alkan, Milli Şef’li Tek Parti Döneminde Seçimler (1939 ve 1943 Seçimleri)
Serçin Sun İpekşen – Doğan Duman, 1950-1960: Demokrat Parti’nin Üç Seçimi, bianet.org