Bir eylül sabahı, Paris-İstanbul uçağımdan yalnızca birkaç saat önce, uzun süredir kaldığım Paris’ten ayrılmak üzereyken gezi arkadaşımın “Orangerie Müzesi’ne gitmedik!” demesiyle sabahın altısında uyanıp kaldığımız otelden valizlerimizle sokağa atmıştık kendimizi. Orangerie’yi görmeden Paris’i terk etmeyecektik, oldukça kararlıydık. Hava tam olarak aydınlanmamışken ihtişamlı Concorde Meydanı’ndan yürüyerek kendimizi Sen Nehri’nin kenarında, Tuileries Sarayı’nın eski limonluğunda buluverdik. Yağmur hafifçe atıştırıyor, toprağın kokusunu ta ciğerimde hissediyordum. Sarayın bahçesindeki dayanıksız bitkiler, Paris’in eylül soğuğuna dayanamamış, yitip gitmişti. Nehir üzerinden gelen dalgalar ürkek bir yalnızlığı anımsatıyor, böyle bir ihtişamın içinde eli kolu bağlı oturan bir sultan misali gülümsüyordu bana Orangerie.

Şehri ziyaret edenlerin vakit ayırmaya tenezzül dahi etmediği, belki de her faninin kalbini genişletemeyecek tarzda eserlere ev sahipliği yapan bir müzeydi burası. Girer girmez Monet’nin panoramik sergisinde buldum kendimi. Tasarlanan sergi alanı hem meditasyon için hem de Monet’nin isteği üzerine sessiz gezilmesi uygun görülen bir yerdi. Paris’in kalabalık sokaklarından arınmış bir yalnızlık hâkimdi bu sergiye. Bu yalnızlık hoşuma gidiyor, her tabloya ayrı ayrı ilgi gösterebileceğimi fısıldıyordu bana.

Monet’ye olan sevgim henüz çok küçükken başlamıştı. Babamın bir iş gezisinden getirdiği not defterinin üzerindeki süsenlerle dolu bahçeydi benim için Monet. Yıllarca hayranlık beslediğim tablonun sahibine ait bir eseri ilk defa canlı görecektim. Sergiye adımlarımı atarken bir nehir üzerinde yürüyormuş misali naziktim. Kapıların ardından âdeta Monet çıkacak gibiydi, sahiden de öyle oldu.

Panoramik görüntülerin sadeliği, odanın tasarımı dahi Monet’den bir parça taşıyordu sanki. Çok nadiren sıcak renklerin kullanılması ressam hakkında çıkarımlar yapmaya itiyordu beni. Narin su zambaklarının nehir üzerindeki süzülüşleri olağanüstü bir huzur veriyordu. Ressamın böylesine geniş tabloları nasıl boyadığını merak edip detaylarda kayboldum. Daha önce görmediğim bir uzunluktu bu doğrusu. Gözlerimle her bir fırça darbesini takip edip tablolardaki kırılma noktalarını gördüm. Aslında bu tablolar üç ayrı resimden oluşan büyük tablolardı. Ben de kendimce yorumladım bu üç resmi: giriş, gelişme ve sonuç. Bu evreler benim gözümde bir değişimi, evrimi yansıtıyordu. Nilüferlerin değişimi, evrimin en kısa süreli hâlidir zannımca. Yaşantılarına yaprak olarak başlayan bu bitkiler su yüzeyinde çiçeğe dönüşür ve köklerini mora boyar. Monet de fırça darbeleriyle bunu sıkça yansıtmış, bir hikâye anlatır misali yaratmış eserlerini. Yapraktan bir çiçeğe dönüşen ve ardından etrafını mora boyayan bir bitkiyi resmetmişti.

Nilüferlerin resmedilişi karşısında sahiden de nutkum tutulmuştu. Suyun üzerinde öylesine özgür görünüyorlar ki sazlıkların dibindeki toprağa bağlı olmadıkları düşünülür bu bitkilerin. Görünüşte nilüferler, hep bir yerlere gidecek misali azade görünür, fakat işin aslı bu çiçekler kirli sularla kaplı bir havuza hapsedilmiştir.

Bazı zamanlar ben de küçük eskimiş bir havuzda bir tabloya sığdırılacak bir alanda kederli bir nilüferim. Onlar gibi “Ben de bir yere bağlanmadım ve bir yere gitmedim; öyle solgun nilüfer gibi bir havuzun içinde yalnız başına durdum, köklerimi salamadım. Ne olduğum yere sağlamca yerleştim ne başka diyarlara kaçabildim.” (Altan, 1996) Elbette beni sevenler de oldu, fakat kimse beni odasına koyup yetiştirmemişti. Kimse beni sulamamış ve hiç kimse yakasına dahi takmamıştı. Bir odaya sığan tablolara yerleştirilmiştim. Bir havuza hapsedilerek tek başıma yüzmem istenmişti.

Kederi ve yalnızlığı öğrendim bu kirli sularda. Bataklıkların arasında yetişmiş solgun bir nilüfer gibi havuzun içinde yalnız başıma durdum. Hayat belki de budur dedim; her zaman bir yerlere gidecek gibi olmak, ama hiçbir zaman bir yere gitmemek. Ne gariptir ki bir nilüfer olmaktan hiç de gocunmamıştım şimdiye kadar. Bunca yıl insanlar tarafından güzel bulunmak bana kâfi gelmiş, ruhumun doyması için yeterli olmuştu. Gözlerime dolan yaşları silip sergiden çıktım. Bir daha böylesine köklerimden uzaklaşmak isteyecek miydim? Emin değildim.

Kaynakça

Altan, Ahmet. Tehlikeli Masallar, İstanbul: Can Yayınları, Eylül 1996.

Leave a Reply