Anayasal Suç ve Hitler Atıfları Üzerine

Ülke gündeminden biraz uzaklaşmak iyi bir fikir olsa da zaman zaman bunun tercih edilebilir bir lüks olduğunu düşünmüyorum. O yüzden bu sabah uyandığımda bambaşka bir konuyu yazacak iken Cumhurbaşkanının bir demecine rastlamamla mecburen fikrimi değiştirdim. İfade özgürlüğü bir kenara dursun belki de fiilen bir düşünce özgürlüğü olup olmadığını tartışmamız lazım. Zira ben bambaşka şeyler düşünmek isterken sabah saatlerinden itibaren ülke karanlığının günlük belirleyicilerini düşünür halde buluyorum kendimi.

Daha önce de sık sık kavramsal yanlışların yaygın biçimde yapıldığını ve hatta iktidar sahipleri tarafından bir yanıltma yöntemi olarak bilinçli şekilde kullanıldığını söyledim. Bugünkü konu da bundan farklı değil.

İki farklı hata üzerinde duracağım.

Bunlardan ilki belki sizlerin de günlük hayatınızda kullandığınız bir söz öbeği olan ‘anayasal suç’ kullanımıdır. Anayasal suç diye kategorik bir suç uygulamada da yoktur ve aslında teorik açıdan da mümkün değildir.

Türk Ceza Kanunun 2. Maddesinde suçta ve cezada kanunilik ilkesinin esasları ortaya konmuş ve Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza ve güvenlik tedbirini uygulanamayacağı öngörülmekle aynı zamanda bir suçun da ancak Kanunla düzenlenebileceği belirtilmiştir. Bu esas, Anayasa m.38/3’te de açıkça temellendirilmiştir. Anayasa suçu veya anayasal suç da herhangi bir kanunda düzenleme alanı bulmadığından böyle bir özel suçun kanun koyucu tarafından öngörülmediğini söylemek gerekir. Öte yandan siyasetçiler, gazeteciler, yorumcular, vatandaşlar ve hemen herkes tarafından kullanılan anayasal suç kavramı, Anayasanın herhangi bir maddesinin doğrudan ya da dolaylı olarak ihlâl edilmiş olması kastedilerek gündeme getirilmektedir. Aslında bu mantık kurgusunun da doğru olduğu söylenemez; çünkü Anayasa temel bir kaynak metin olarak genellikle günlük hayatta herkes tarafından ihlâl edilebilecek düzenlemeler içermez. Anayasanın normlar hiyerarşisinde kanunlara göre öncelikli konumu göz önüne alındığında Anayasada bir suç düzenlenmesi yasama tekniği açısından doğru değildir. Kaldı ki her ne kadar eleştirilebilir kanunî düzenlemelerimiz saymakla bitmese de bu bahsettiğim bağlamda bir hukukî sorun da yoktur. TCK m.309’da Anayasayı İhlâl suçu özel olarak düzenlenmiştir; ancak burada düzenlenen suç yine günlük hayatta verilecek bir demeçle işlenebilecek bir suç değil; aksine cebir ve şiddet kullanılmasını öngören ve temelde anayasal düzene karşı işlenebilecek bir suçtur. Bu bağlamda da örneğin Selahattin Demirtaş’ın özyönetim açıklamalarından tutun, Cumhurbaşkanını eleştiren liselilerin yaptığı açıklamalara kadar iktidar sahipleri tarafından anayasal suç olarak deklare edilen bu fiiller anayasal suç değildir. Suç olup olmadıkları da ayrıca tartışılmalıdır. Zaten sanıyorum hiç itiraz edilmeyecektir ki anayasal bir suç düzenlenmiş olsaydı bu ancak yetki alanları anayasayla belirlenen devlet görevlilerinin yetkilerini kasten aşmaları ve bunu hiç umursamamaları hâlinde söz konusu olurdu. Yani Anayasanın bir birey veya makam tarafından ihlâl edilebileceği istisnai hallerden biri bile rahatlıkla ihlâl edilebiliyor ve hiçbir soruşturmayla veya kovuşturmayla ve hatta siyasi bir sorumlulukla bile karşı karşıya kalamıyorsa zaten baştan böyle bir suçun varlığını varsaymak yerinde değildir.

Peki neden bunu yapıyor insanlar? Sanırım havalı duruyor. Yani suç ülkemizde yeterince caydırıcı bir çağrışım yaratmadığı için anayasal suç deniyor ki artık suçların şahı, işlenebileceklerin en kötüsü olarak anlaşılabilsin. Halbuki bence çok daha komik ve tüy etkisinde bir isnat oluyor bu, çünkü Anayasayı umursamayan üst düzey devlet yetkilileri zaten insanlara yolu göstermiş durumdalar: “Bakın ihlâl ediyoruz ve bize bir şey olmuyor. Siz de yapın, güzel oluyor.”

Bu tartışmayı bir kenara bırakırsak ikinci olarak Cumhurbaşkanının Hitler atıflarından sonuncusuna dikkat çekmeyi istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı demiş ki “Almanya parlamenter sistemle yönetiliyordu, buna rağmen Hitler gibi bir diktatör ülkenin başına musallat oldu…”

Cümlede geçen tarihsel hatayı bir kenara bırakırsak verilen mesaj açısından destekliyorum. Doğrudur.

Bir diktatör gelecek ise sistemi eğerek bükerek gelir ve sistemin koruma tedbirlerini zayıflatmaktır ilk işi. E tabi burada da parlamenter sistem veya başkanlık sistemi fark etmez, her sistemde diktatör gelecekse doğru hamleleri yaptığı takdirde gelir. Diktatörlerin gelişi sistemi kullanarak sistemi ortadan kaldırmayı hedefler. Bu bağlamda, fırsat eşitliği yaratması ve çoğulcu yapıyı desteklemesi bakımından diktatörün gelişine en uygun sistem parlamenter sistemdir. Öte yandan kalıcılaşması ve etki alanını artırması bakımından ise bir diktatör için sorun yaratabilir. Çünkü parlamenter sistemin de kendine özgü koruma tedbirleri vardır ve bu bir diktatörün gelişinden sonra etkisini yitirse de meşru bir mücadele imkanı yaratır. İşte başkanlık sisteminden de bu noktada ciddi şekilde ayrılır. Başkanlık sisteminde çeşitli korumalar öngörmek elbette ki mümkündür; ancak mevcut durumunda şüpheyle yaklaşılan bu korumaların nasıl sağlanacağıdır. Gelecek hedeflerine ulaşmak için çok hızlı hareket eden ve karşısına çıkan her muhalif eylemi, temeldeki sorunu çözmektense, ezip geçmeyi uygun bulan günün iktidarı karşısında çok katmanlı bir başkanlık yapısının olması gerekir. Oysa kulislerde başkanın parlamentoyu fesih yetkisinden tutun, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine kadar yasama ve yasama üstü yetkileri bünyesinde barındıran bir başkanlık sisteminden söz ediliyor. Ve bu kadar tartışılmasına rağmen hiçbir şekilde detaylandırılması yapılmayan bir plan söz konusu. Bu da ayrıca ürkütücü bir durum.

Ve tabi ki bir de başkanlık sistemini halka oylatmak konusu gündemde ki evlere şenlik. Anayasayı halk oylayacak ise, başkanlık sistemi halka sorularak getirilecek ise Yunan site devletleri modeliyle yönetilmemiz belki en doğrusudur. Bizim bakkal amcanın başkanlık sistemi, yarı-başkanlık sistemi, başkancı parlamenter sistem, başbakancı parlamenter sistem gibi konulara özel ilgisi olmadığına göre böyle bir referandum siyasi bir yarıştan öteye gitmeyecektir. Peki ülkelerin kaynak metinleri siyasi yarışlarla bir inatlaşma sonucu oluşursa bu da parlamenter sistemin imkanlarını kullanmak suretiyle siyasi bir dayatma olmayacak mıdır?

Kısaca Cumhurbaşkanı haklı! Bir diktatör gelecekse parlamenter sistemde de gelebilir. Başkanlık sistemiyle bu anlamda bir farkı yok. Ancak atlanılan nokta şu, parlamenter sistemde mücadele edebiliriz. Feshedilemeyecek bir meclise gelip tartışabilir, çoğunluk sağlamak suretiyle güçlü üst düzey yöneticilere rağmen faaliyet gösterebilir, ülkeyi yönetmekte fikirsel koalisyona zorlayabiliriz. Tarihte duyulmamış, görülmemiş şu Türk Tipi Başkanlığın ne olduğunu açıkladıklarında daha nitelikli tartışabileceğimizi umuyorum.

Leave a Reply